'Anlatmak istiyorsan, anlatmalısın'

Türkçe edebiyatın ustalarından Necati Tosuner'den yeni bir kitap daha geldi: “Çırpınışlar”. Usta iyi ki üretiyor. Özellikle şu dönemde onun satırlarına ortak olmak önemli ve büyük şans. Yeni romanı “Çırpınışlar” yalnızlığıyla baş etmeye çalışan bir kahramanın hayat içindeki çırpınışlarına tanıklık ettiriyor okuru. Necati Tosuner'le yazınını ve yeni kitabını konuştuk.

Yayınlanma: 02.05.2016 - 16:36
Abone Ol google-news

-Necati Bey, 1977 yılında yazdığınız ilk romanınız Sancı.. Sancı...’dan bugüne, Çırpınışlar’a dek Necati Tosuner romancılığının bugüne geliş yolculuğundan bahsedebilir misiniz?

Necati Tosuner: O zamanlar, “romana geçmek” denilirdi. Yazmaya heves edilince, dergilerde kendine bir yer edinmek için çalışılırdı. Öyküler dergilerde yayımlanır, başka yazarların öyküleriyle yarıştırılır, öykü kitapları çıkarılır, yıllar sonra bir roman yazılırdı. Ve “romana geçti” olurdu adı. Bir kural gibiydi bu. Şu son zamanlarda bunun büyük ölçüde değiştiğini görüyoruz. Dergi çevresinden yoksun kalmanın iyi bir şey olmadığı kesin. Yazara kendi yazarlığını tartmada –doğru tartmada- bir kolaylık sağlıyordu eski durum. İlk romanım Sancı.. Sancı... yazarlığa başlayışımdan on dört yıl sonra yayımlandı. Ondan önce çıkmış Özgürlük Masalı, Çıkmazda, Kambur adlarında üç öykü kitabım var. Öykü dalında TRT Başarı Ödülü’nü kazandım. Sancı.. Sancı... bugün de –hâlâ- benim en çok bilinen kitabımdır. Almanya’da geçer. İşlediği konuya ve roman kişilerine bakışı son derece sağlıklıdır. Diliyle de inandırıcı bir kitap olmuştur. Bu anlatım başarısıyla Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanmıştır. Şunu kesin olrak söylemek yanlış olmaz: İki buçuk yıl Almanya’da yaşamasaydım ben o romanı yazamazdım. Burada gizemli olan soru şu: Necati Tosuner önceki Kambur’u yazmamış olsaydı, Sancı.. Sancı...’daki Osman’ı yazabilir miydi?.. İyi de, güzel de, yirmi beş yıl girdi araya ve emekli olduktan dört yıl sonra ikinci romanım çıkabildi: Yalnızlıktan Devren Kiralık. Sonra da onu sürdüren Bana Sen Söyle. 2008’de, ülkedeki eksen değişikliğini anlatan roman üçlemesinin ilk kitabı Kasırganın Gözü yayımlandı. Ertesi yıl Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü kazandı. Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı! adını taşıyan ikinci roman Tepeyran Roman Ödülü’nü aldı. Korkağın Türküsü ile bu üçleme bütünlenir. Bir de şimdi Çırpınışlar var.

-Son dönem gençlik romanları da kaleme aldınız. Biraz da buna değinsek? Türkiye’de yeni yeni gelişmeye başlayan (bence) gençlik edebiyatının öncüleri arasındasınız aslında... Ne dersiniz?

Necati Tosuner: Ben kendini öyle öne atan değerlendirmelerden uzak kalmaya çalışırım. Bir yanlışlık yapmaya da engel olur bu titizlenme. Diyelim, Kemalettin Tuğcu’yu hafifsemek doğru olur mu?.. Kemalettin Tuğcu, Sümerbank’tır. Sümerbank’ın yaşanılmış varlığı hiç unutulabilir mi?.. Bunun gibi, Erdal Öz’ün Arkadaş Kitaplar ile yol açıcılığı da unutulmaz bir değer taşır. Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim. Neredeyse kırk yıl önce yazdığım Keleş Osman’da olduğu gibi, şu son dönemde yazılmış Arda’nın Derdi Ne?, Dur Bakalım Petek ve Kitabın Adı adlı yeni romanlarımda da -dil ve yaklaşım olarak- sanki büyüklere yazıyormuş gibi, çocuğu adam yerine koyan bir özen gösterdim. Onları yazmış olmaktan hoşnutum.

'BIKKINLIK BOĞUYOR İNSANI'

-Son roman Çırpınışlar’ın ortaya çıkışı nasıl oldu? Bu yeni roman da aslına bakarsak tüm diğer romanlarınızdan oldukça farklı. Her yeni eserde okuru şaşırtmayı seviyorsunuz. Nefis bir şiirsel romanla karşımızdasınız.

Necati Tosuner: Çırpınışlar, yazarın en yorgun döneminde yazılmış bir roman. Kendini övmek sayılmasın: Romanda da yer yen anlatılan o yorgunluktan beklenmeyecek bir dirilikte. Yorgunluk, yalnızca erişilmiş yaşlılık ve onun uzantısı hastalık günleri değil. Gazeteyi açıyorsun.. televizyona bakıyorsun, sinir oluyorsun. Sigaraya yeniden başlayacak oluyorsun. Bıkkınlık boğuyor insanı. “Yapacak bir şey yok!” demekten nefret ediyorsun. Evet, yazık olan bir şey var! Çareyi kendi geçmişine sığınmakta buluyorsun. Üzünçlerden sevinçler çıkarabilmeyi başarmışsın. Anlatmak istiyorsan, anlatmalısın. Nasıl?.. Sezgilerine güvenerek. Barutun bu senin. Belki de son barutun... Çünkü, şu: Benim yazarlığımda, kendimden yola çıkarak anlatışım çok önem taşır. Bunda güç kaynağı olarak ilk bakışta yalınlık görünse de, kendini anlatmadaki içtenlik, ondan daha önde gelir. Bir şey güzel bulunursa, şiir de oradan uzakta değildir.

-Okur tarafından baktığımda, Necati Tosuner’in müthiş bir üslup ustası olduğunu söyleyebiliyorum elbette... Bir önceki şaşırtmaktan kastım bu aslında...

Necati Tosuner: Şaşırtmak demekten ben biraz sakınmıştım. Bir olumsuzlama olan şaşırmalar da olabiliyor çünkü. Dahası, üç beş okurum kaldı şurada, onların da gözünden düşmek istemem doğrusu! Yine de, çoklu seslenişten güç alan bir anlatımla okuru şaşırtmak –bu gizli kışkırtıcılık- son romanlarımda giderek daha çok önem kazandı. Okuyan şaşırıyor: Bunu Necati Tosuner mi söylüyor, birine mi söyletiyor, bir yazara mı söyletiyor; kime söylüyor, yazar Necati Tosuner kendine mi söylüyor, o yazara mı söyletiyor, birine mi söylüyor, belirli birine mi söylüyor, yoksa okuyana mı söylüyor; ne söylüyor, giden tren mi, giden trenin kokusu mu, giden trenin tren kokusu mu; hangisi, daha çok hangisi?..

'YAŞAM DENİLEN GİZEMLİ GÜZELLİK'

-Çırpınışlar’ın ilk emaresi epigraftan başlıyor: Özüne dönmeye gidiyorsan umduğundan uzun süreceğini biliyor olmalısın, -önceden. Bu tümceyi okuyunca, özüne dönmek için yaşar insan bence dedim, en nihayetinde, ne dersiniz?

Necati Tosuner: Çırpınışlar romanı dört ana bölümden oluşuyor. Kendi içindeki kısa bölümleri belirlenmiş bir düzenle bir araya getiren bu dört bölümün başlarında bir perde bulunmakta. Bu perdelerde yer alan söz, o büyük bölüm için bir açılış sözü oluyor. İlk perdedeki bu söz -bir kendi içine dönüş bile olsa- bitmek bilmeyecek çırpınışların habercisi. Yakınan değil, belirleyen bir tümce bu. Yabancılaşmanın vardığı.. varacağı yer. Yaşam denilen gizemli güzelliğin erişilmezliği karşısında, aklı başındalık içinde duyulan bir kendinden geçmişlik.

-Ama tabii, bir sayfa çevirince de bu epigraftan anlıyorum ki, bu öze dönüşün yitip gidenin ardından olduğunu görüyorum.

Necati Tosuner: “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma!” İyi işte, şaşırıyorsun. Oysa, izciler iz bırakmaz, diye bilinir. İnsan kendi içinde yol alırken de yorulursa, buna hiç şaşırılmaz.

-İnsan birini sevince her şeyi yapar. Her şey dedikse mantıklı olsun biraz. Yanlışım varsa, düzelt-me! diyor anlatıcı. O zaman sorayım: İnsan sevince mantık arar mı?

Necati Tosuner: İnsan ne yaparsa yapsın, davranışı mantıklıdır, ya da değildir. Şu artan kadın cinayetlerine bakalım: Seven kişi, ille de bir mantıksızlık yapacaksa, kendisini öldürür. Karşısındakini değil! Karşısındakini öldürdükten sonra kendine de kıyma kurnazlığı, gerçekte, yaptığının sonuçlarından kurtulmak içindir ve kendini düşünen bir bencilliği gösterir. Romandaki o deyişte, “Yanlışım varsa düzelt!” demekten bir anda cayılıyor ve “düzelt-me” denilmiş oluyor. Demek ki, “her” şey demekten de sakınmak gerekiyor.

-Gene satır aralarında, Yalnızlığı damıtırsan özlem çıkar, deniyor. Tabii, bu da bir çırpınış aslında, öyle değil mi?

Necati Tosuner: Biri yoksa yalnızlık yaşanılmaz! Ya da şöyle söyleyeyim: Biri’nin varlığıdır yalnızlığı yaşanılmaz kılan. Varken işte, o biri yoktur ve kıvranırsın yalnızlıktan. O yüzden yalnızlık damıtılınca –biri’ne- özlem çıkıyor ortaya. Evet, yalnızlığı damıtma çabaları çırpınışlara girer. Yalnızlığı seviyor olmak da kendine bir görünüştür. Yeter ki, damıtmak gelmesin aklına...

-Yalnızlıktan kaçış mı bu? Yoksa hayat gailesinde çırpınmak mı unutmak için?

Necati Tosuner: Değil. Bir deneme bu. Yalnızlıktan kaçış denemesi. Anlatarak: Kendini kovalatarak yalnızlığa, yalnızlıktan kaçma çırpınışları.

-Roman boyunca hep bir umut söz konusu. Çırpınmak aslında, bir umudun simgesi, ne dersiniz?

Necati Tosuner: Evet. “Yapacak bir şey yok!”a bir karşı çıkış. Yitirilmiş olanlardan sonra, korka korka da olsa, bir değişim umudunu yaratma başarısı: Yapacak bir şey olacaktır! Bu.

 

Çırpınışlar / Necati Tosuner / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 127 s.

 

Çırpınışlar'a doğru

HABİB BEKTAŞ

Nasıl anlatmalı? Bir orta Avrupa kentindeyiz. Güneşe, ışığa kesmiş bir haziran ikindisi... Müjgân, Leman, Necati ve ben. Bir yere oturacağız. Bir şeyler içeceğiz. Bakıyorum Necati yok. Yok olmuş. Nereye gitti kaşla göz arasında! Ötelerden bir adam geliyor, o Necati, ama yüzü çiçeğe kesmiş, yüzünün olduğu yerde kıpkırmızı açelyalar... Avuçlarında kocaman bir saksı... İşte, bize bir şirinlik, güzellik yapacak ya, saksıyı masaya koyarken, yüzü görününce şöyle bir gülecek ya, biraz bıçkın, çocuksu, çılgınsı...

Sonraki yıllarda ne zaman Necati’yi düşünsem, kitabını okusam, o resim gelecekti gözlerimin önüne; o, yüzü açelya çiçekleri... Dostluğumuzun miladı ne zamandı gibi bir soru sorsam, o günü düşünürüm. Belki daha önce tanıştık, olsun, ben o resmi düşünürüm.

Sonra gelsin kitaplar: Özgürlük Masalı, Çıkmazda, Kambur, Sancı… Sancı…, Çılgınsı, Yakamoz Avına Çıkmak, Kasırganın Gözü, Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı, Korkağın Türküsü, ve niceleri…

Sancı…Sancı… nasıl bir şeydi!..

Roman konusundaki ezberlerimizi bozan bir dil, iğne oyası… Demek Almanya’nın romanı böyle de yazılırmış. Demek göç böyle de görülürmüş. Demek “göçmen işçi edebiyatı”nın tuzağına düşmeden, estetik kaygılar öne çıkarılarak da Almanya’da roman yazılabilirmiş. Sancı… Sancı…’yı okuduğumda uzun uzun düşündüğümü, romana dair bildiklerimi gözden geçirdiğimi anımsıyorum.

Tosuner’in bir de kısa süren bir yayınevi serüveni vardır. Kısa süren, diyorum ama kuşkusuz onun için uzundu. Her işini kendi yaptığı bir yayınevi... Derinlik Yayınları özenli, kimlikli, küçücük, şirin bir yayıneviydi. Küçücük dediğime bakmayın, nice yazarı okurla buluşturdu.

Tosuner’in kitapları deyince yine yıllar öncesine gidiyorum… Notlarıma bakıyorum. Çılgınsı’yı elime aldığımda, okuduğumda şöyle düşünmüşüm: “…Daha ilk öykülerinde başlamıştı soyunmaya, Necati. Çıplaklığında, nice çıplaklıklarımızı gösteriyordu. "Çılgınsı", deve donuna girmeseydi, içinde yaşamak zorunda kaldığı çölü ve çöl susuzluğunu nasıl anlatırdı? Ve nasıl "... Üstelemedim, üzüncü okşadım hafifçe" diyebilirdi.

Necati Tosuner`in (Çılgın`ın) Çılgınsı adını verdiği öykü kitabı, boyutlarını bilmediğimiz bir karanlıkta bir ateşböceği, kır çiçeklerinin içinde bir hüzünlü ışık...

Eğilir bir kız çocuğu; okşar, sever şöyle bir ateşböceğini, incitmeden.

Sonra bir bakıyoruz yıllar geçmiş, kitaplar çoğalmış. Günlerden bir gün postadan Yakamoz Avına Çıkmak çıkmış gelmiş. Hemen okuyorum. Kitabın bittiğine üzülür gibiyim. Okuduğum az gelmiş gibi... Sanki, hani bir ışık yanmış da sonra sönüvermiş, ağan bir yıldız, bir mektup Necati’den, öyle...

Tosuner’in öykülerini, romanlarını okurken, hep yeniden yazmışımdır, çoğaltmışımdır, onun resimlerine yeni resimler, şiirlerine şiirler eklemişimdir elimden geldiğince. Tosuner, okurunu yeni açılımlara, yorumlara özgür bırakır.

Kasırganın Gözü’nü hayranlıkla okuduğumu anımsıyorum. Bir edebiyat metninin öyle, alabildiğine yoğun olması beni heyecanlandırmış, imrendirmişti.

Sonra gelsin o üçlemenin ikinci kitabı: “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı”. Okuyunca üzerine yazmayı denemiştim, Tosuner’den birçok sözcüğü ödünç alarak, onun dilini konuşmaya çalışarak:

Semih Gümüş’ün Notos'ta birkaç yıl önce yaptığı derinlikli röportajda, Tosuner’in dilde yoğunluk üzerine söylediklerini çok önemli buluyorum. Özellikle yazmaya yeni başlamış, kendi dilini arayan genç yazarlar için de yararlı olacağını düşündüğümden o bölümü buraya almadan edemiyorum:

“... Necati Tosuner, Türkçeyi son kertede kıskançlıkla koruyan bir yazar olarak biliniyor. Bir de bütün yazdıklarınızın çok indirgenmiş bir dili var. Uzatma yok, fazlalık yok, ne anlatılacaksa en az sözle anlatmak var. Peki tam istediğiniz gibi bir dil kurduğunuzu düşünüyor musunuz?

Demin bir bilinçten söz ettim, zorunlu hareketler, dil. Bu gerçekte her yazar için geçerli. Kendi yazdıklarını güç beğenirlik, kendini sürekli bir denetleme altında tutmak oluyor. “Ben yazdım, oldu!” anlayışından sakınma, bende yerleşti, alışkanlığı da geçen bir ”kendiliğinden öyle” durumuna dönüştü. Yazarken, kalem nereye gidiyorsa, bırak gitsin! Çağrışımların bizi ulaştırdığı yerden ille de hoşnut kalmamız gerekmez. Biraz kaygı duyabilirsek, orayı yeniden yazma isteği için yeterli olabilir. Hepimiz aynı sözlük ve aynı dil kurallarıyla yaşıyoruz. Yazarın dili, onun özel dilidir. Yazar olmak anlatacak bir şey taşımaktır. Yazarın onu anlatacak bir dil kurması, anlatılanı farklı kılar. Değeri, tek olmasıdır. Tek olmazsa, kalıcı olması da söz konusu değildir. Hiç değilse, “Nasıl söylenebilir?” sorusuna yanıt olabilecek üç roman yazdım işte!..”


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler