Bastırılan daima geri döner

Murat Paker'in kitabı "Türkiye Debelenirken", ortaya temel öneri olarak; adalet ve hak ölçüsünü incecik bir özenle koruyarak, o yarığı cesaretle, sözle, sözcüklerle doldurmayı koyuyor. Paker, bu kitapta topladığı makale ve söyleşilerinde psikopolitik bir perspektifle bütün bu soruların peşinden giderek 2005-2015 döneminin panoramasını da çıkarmış oluyor.

Yayınlanma: 28.06.2016 - 12:56
Abone Ol google-news

Kitabın ismi yeterince fikir veriyor; Türkiye Debelenirken...

Çırpınıp duruyoruz demek ki. Hep aynı yerde ve boşu boşuna. Şöyle söyleyebiliriz o halde: Aynı biçimde tekrarlamaktan kendimizi alamadığımız meselelerin tutsağı olmak bu. Koca bir toplumun bütün enerji, imkân ve hevesinin sıradan, felç edici bir tekrarlama kompulsiyonun içinde sıkışması, orada heba olması.

Psikanaliz sayesinde çoktan biliyoruz. Tekrarlanan bir şey daha önce olmuş bir şeydir. Geçmişte, bir zamanlar çoktan vuku bulmuştur. Tekrarlandığını düşündüğümüz eylem veya örüntünün her bir örneği, tekrar edilen önceki bir eylem ve örüntüye yaslanır, onu varsayar. Tekrar etme kompulsiyonu, farkında olmadan yadsıdığımız, bastırdığımız eski deneyimlerden köken alır. Geçmiş travmaların, vahşetlerin, acıların, kayıpların, ölümlerin tortularıdır bunlar. Rüyalarımıza, sıradan hatıralarımıza, gündelik ilişkilerimize sızıverirler. Karabasanlar, paranoyalar, bölünme, dağılma, parçalanma korkuları, nedensiz ve irkiltici imgeler, tekinsiz hayaller olarak. Geçmişin söze dökülmemiş, hikâyesinden mahrum kalmış gerçeği kendine bir temsil ve karşılık bulmak, dile gelmek için aralıksız çabalar durur çünkü.

 

BİZ MAĞDURUZ ONLAR DÜŞMAN”

Demek ki tekrar etme kompulsiyonu, ümitsizce gerçeğin belirli unsurlarını sözcüklere akıtmayı, aktarmayı amaçlar. Kompulsif bir kısır döngüye kapılması ve sürüp gitmesi tam da bunu yerine getiremediği içindir. Bundandır işte; yası tutulmamış kayıpların, tanıklarından mahrum kalmış ve sözcükleriyle buluşamamış travmaların derin bir yarık oluşturması toplumsal bünyede. On yıllardır aynı biçimde var olan sorunlara en aptalca tedbir ve çözümlerin hep aynı biçimde önerilip durması, bu yarık ve boşluğun bir türlü dışına çıkılamamış olmaktan değil midir? Murat Paker’in şimdiki uğursuz ve kör şiddete büsbütün teslim olduğumuz zamanlar için çok önceden yazabilmiş olmasının böyle bir içgörüyle ilgisi olmalı: “Eskilerin yerine yeni bir şey koymayı tahayyül edemeyenler, boşluğa düşmek yerine eskiye daha sıkı sarılabilirler. Bu açılım süreci de iyi yönetilemezse her iki tarafta da milliyetçiliğin daha da yükselmesi ve boğazlaşma potansiyeli göstermesi muhtemeldir.”

Belki de en fenası şudur: Bütün toplumsal sınıf ve toplulukları aynı biçimde kat eden bir tortudan söz ediyoruz. Geçmişin birikmiş hesaplarından. Usulünce simgesel bir çerçeveye yerleştirilemediği için çoktan bir hayalet statüsü edinmiş, hepimize musallat olan onca şeyden. Bastırılmış olan daima geri döner çünkü. Genelleşmiş hınç ve öfke, kör nefret ve çekişme toplumsal alana böylece hâkim olduğunda ezilen ve mazlumların kardeşlik ve dayanışması artık mümkün olmaktan çıkar. Herkesin herkese, dahası komşunun komşuya kolayca düşman olabildiği bir eşiktir burası. Derin bir hüsran duygusunun tetiklediği “Öteki Korkusu”nun toplumun bütün dokularına nüfuz ettiği bir eşik. Bir de kitaptan okuyalım: “Modern Türkiye’nin sosyo-politik tahayyül dünyasına baktığımızda, kuruluşundan itibaren, Türk milliyetçiliğinin egemenliğinde kurulan bir politik kültür söz konusu; burada hep dış düşmanlar-iç düşmanlar söylemi çok başat bir şekilde, çok ağırlıklı bir şekilde yer alıyor. “Biz iyiyiz onlar kötü”, “Biz mağduruz onlar düşman”, “Biz mağduruz onlar saldırgan” tarzı ikilikler, ak-karalıklar var.”

 

ADALETSİZLİK DUYGUSU

Türkiye toplumunu takatsiz bırakan, asıl temellerinden koparan ve derin bir adaletsizlik duygusuyla işaretleyen bir geçmişten söz ediyoruz demek ki. Bu anlamda nedensiz şiddet ve linç pratiklerine yatkın hale getiren bir tarihten. Bunun için her yola; kapsamlı yüzleşme çalışmalarından hakikat komisyonlarına kadar, başvurmak boynumuzun borcudur. Her birimizin en önce kendine borcudur bu.

İnsan ta en baştan, yüzünü ötekine dönerek, daima muhatabını arayarak insan olur. Öteki, ıstırabına tanıklık etsin, ona yönelsin, eğilsin ister. O tanıklığın sözcüklere dökülmesi bir mucizeye yol açar, acımız dönüşür ve diner. Daha da öteye gidip, ötekinin dilini (yani anamızın dilini) bu yüzden öğrendiğimizi bile söyleyebiliriz. Kendi sızımızı, açmazımızı mütemadiyen ötekinin yorum ve sözcüklerine bağımlı olmaktan kurtarmak için. Böyle böyle konuşmayı, demek ki özerk ve kendi iradesini sahiplenen bir varlık olmayı öğreniyoruz belki de. Dilin/konuşmanın insanın koşulu olması bu yüzdendir.

Türkiye Debelenirken'in temel bir önerisi varsa eğer, budur: Adalet ve hak ölçüsünü incecik bir özenle koruyarak ve cesaretle o yarığı sözle, sözcüklerle doldurmak. Birbirimizi gözeterek, birbirimize yaslanarak konuşmaya başlamak. Yoksa o yarıkta/boşlukta debelenirken toplum olma vasfımızı iyiden iyiye kaybedeceğiz. Ama diğer türlü, var olan etnik, dini, kültürel farklılıklarımızı bir bölünme ve düşmanlık sebebi olmaktan çıkardığımız ve o düğümleri bir bir çözdüğümüz ölçüde, tüm insanlığa ilham ve ümit verici olağanüstü bir armağan sunmuş olacağız. Sadece bunun bahtiyarlığı bile ne müthiştir. Asıl o zaman, içimize yerleşmiş bu tortu ve gereksiz fazlalık temizlendiğinde, hayaletlerimizi defettiğimizde –belki de daha o sırada-, toplumun gerçek sınıflı yapısı ve temeli daha berrak bir biçimde ortaya çıkmayacak mıdır? Her şeyin yerli yerine oturacağı, tutsağı olduğumuz yanılsama ve önyargıların dağılacağı, politikanın gerçek terimlerine ve öznelerine kavuşacağı zemin orasıdır.

 

Türkiye Debelenirken - Psiko-Politik Yüzleşmeler / Murat Paker / İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları / 414 s. 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler