Oyunculuğu bilmiyorum!

Ercan Kesal'la yazı, oyunculuk ve hayat üzerine... "Bana hep İdris Koçovalı'dan etkileniyor musunuz diye soruldu. Yok diyordum, o benden çok etkilendi. Ben, içimde bendeki İdris Koçovalı'yı aradım. O Ercan Kesal'dan başkası değil" diyor.

Yayınlanma: 05.11.2019 - 14:29
Abone Ol google-news

Doktor, yazar, oyuncu, senarist, yönetmen... Hepsinden öte Ercan Abi... Hüzünlü bir akşam başınız iki elinizin arasında düşüncelere dalmışken, bir dost eli omuzunuza dokunan. Ercan Kesal'ı ne zaman okusam böyle hissederim. Ve şunu düşünürüm, doktor da olduğu için insanın içini görüyor! O, yazılarının bendeki etkisini, en hüzünlü hikayeyi anlatırken bile karamsar olmamasını, annesinden ona kalanlara ve antropoloji okumasına bağlıyor. Şimdi, dergilerde yayımlanmış yazılarını topladığı yeni kitabı Velhasıl ile okurlarıyla buluştu. Kitap, Kesal'ın yazı serüveninden kesit, geçmişe keyifli bir yolculuk. Sürprizlerle dolu Velhasıl. Özellikle Tarkovski söyleşisine bayıldım.

"Ben siyasalı çok istemiştim, Ankara'da okumak, mülkiyeli olmak… Fakat 1976 koşulları çok ağırdı. Mülkiye rozeti taşımak bile öldürülme sebebiydi..."

Fotoğraflar: Vedat Arık

-Önceki buluşmamızda yazmak ve film çekmek için zaman istiyorum demiştiniz, yeni kitabınız elimizde şimdi.

Evet, yeni kitap ‘’Velhasıl’’ biraz bakiye bir kitap oldu. 80'li yıllardan itibaren yazan bir adamım ben. Şiirle başladım…  İzmir'de Tıp Fakültesi'nde öğrenciyken bile yazıyordum. Aylık yayımlanan bir kültür sanat dergisine şiir, kitap tanıtım yazıları falan yazıyordum. 

-Tıp'a isteyerek gitmediniz mi yoksa?

Ne kadar aklım karışık, farkında değil misin? Önce siyasala gitmişim, sonra diş hekimliğine, sonra da tıp. Bu sabah Mülkiye İşletme Topluluğu’ndan bir mail geldi. "Abi söyleşiye davet ediyoruz, sen de eski Mülkiyelisin" diye… Beni hala mülkiyeliler klübünde tutuyorlar yani. (gülüyor) 

-Yazıları arşivlemeniz çok iyi olmuş, kaybolmamışlar…

Hiçbir şeyi atmam ben. Müthiş arşivciyimdir. İlkokuldaki ödevlerim bile durur.

-Parlak bir öğrenciydiniz…

Tabii

-En ön sırada mı oturuyordunuz?

Yoo, arkada oturan bir öğrenci oldum. Hatta lisede özellikle okulun hayta çocuklarıyla olmaya çalışan ama bu arada okul birincisi de olan bir öğrenciydim.

MÜLKİYELİ OLMAK İSTEMİŞTİM

-Tıpa nasıl gittiniz sahi?

Babamın projesi o. Ben siyasalı çok istemiştim, Ankara'da okumak, mülkiyeli olmak… Fakat 1976 koşulları çok ağırdı. Mülkiye rozeti taşımak bile öldürülme sebebiydi. Biraz babamın zoruyla tekrar sınavlara girdim. Ege Diş Hekimliği'ni kazandım, pek sevmedim o bölümü. Tekrar girdim sınavlara,  Bir sene sadece osteoloji okuyup, ikinci sınıftan tıp fakültesine devam ettim, 84'te mezun oldum. 

-Çok istediğiniz siyasaldan vazgeçmişsiniz. Babanızın sözünü dinliyormuşsunuz demek ki… İsyankar bir çocuk değilmişsiniz...

Babama yazdığım mektupları annem saklamış. Onlara bakıyorum, o yıllarda o hengamenin içinde, kaosun ortasında bile hala hedeflerinden vazgeçmeyen, yapmayı tasarladıklarına, babasıyla kurduğu dünyaya sadık kalan, aileye çok bağlı bir çocuk görüyorum ben. Gazozhaneciymişim hala. Makineleri şöyle mi yapsak acaba diye babama sürekli fikirler veriyorum. Bornova'da gazoz fabrikasını geziyorum, ama bu arada ülkede her gün on kişi ölüyor. 79'dan bahsediyoruz.

 CEVAP 80 DARBESİ

-Babanızla kurduğunuz ilişki sizi korumuş diyebilir miyiz? 

Kazasız belasız hekim olmama sebep oldu babam. Her an her şey gelebilirdi başınıza, o yıllar öyleydi. Pek çok arkadaşım okuldan atıldı, cezaevine düştü, öldürüldü. Büyük haksızlık. Ülkenin entellektüel kuşağı sanki bilinçli bir şekilde yok edildi. Başımıza gelen bütün belaların sebebi, "niye biz böyle yönetiliyoruz ya da bunlara düçar oluyoruz" sorusunun cevabı 80 darbesindedir.

- Bugünü anlamak için sürekli dönüp bakmak mı gerekiyor o döneme? Sanki daha az konuşuyoruz 80 darbesini artık.

Kendi meşreplerince "başarılmış bir operasyondur" onlar için. Yaşadığımız dünya hız çağında artık, çok küçüldü. Teknoloji bütün dünyayı tek bir millete çevirdi. Eskiden bu kadar hızlı değildik. Ben öğrenciyken telefon yazdırılırdı. Sabah 9'da yazdırırdın, öğleye doğru telefon çıkardı Bornova'da. Bir de, bulunduğumuz coğrafya bizim kaderimiz ya bu coğrafyanın derdi bitmiyor. Kavimler kapısı bu ülke. Göçlere ben şaşırmıyorum. Dört milyon, beş milyon insan gelmiş diyorlar, doğrudur ama hep böyleydi zaten. Moğol istilasından kaçanları düşünsene, savaş, kıtlık, kuraklık… Barınma ve yaşam için göç ediyor insanlar. Survivor… Anadolu hem olumlu hem olumsuz çok etkilenmiş bundan. Çok kültürlü olmuş bu topraklar, bu olumlu yanı. Herkesten bir şeyler almış, bundan güzel ne olabilir?

- Doğru…

Anam, Avanos'ta renkli yumurtalar yapardı bize yılın belli bir döneminde. Yıllar sonra bakıyorsun ki aslında paskalya yumurtaları onlar. Kapadokya'da kendi şarabını kendi üreten ailelerdik biz. Müslümandık da tabii. Bu karmaşanın bir tarafına olumlu bakıyorum, bu zenginlikten daha güzel hiçbir şey olamaz çünkü. Bu yüzden coğrafyaya çok iman ediyorum. Diğer yandan da bir şey yaratabilmek üretebilmek için oturmak lazım. Göçmemek lazım yani. 

-İstanbul'un karmaşasından kaçıyorsunuz ama…

İstanbul'daki bu çarpık kentleşmenin, çaresizliğin arkasındaki sebep 1950'den itibaren İstanbul'un sürekli göç alması. İstanbul kalmıyor bu sefer, sürekli çeperlerini zorlayan bir kente dönüşüyor. Sürekli kendine ev yapmaya, yol yapmaya çalışan insanlar, ve o evlerden oy almaya çalışan politik bir anlayış… O evlerde yaşamaya çalışan ama bir türlü İstanbullu olamayan Erzincanlılar Giresunlular ….

-Urla'ya göçtünüz… 

Urla'nın Yağcılar köyündeyiz. Poyraz seneye İzmir'de liseye başlayacak. 

"Pek çok arkadaşım okuldan atıldı, cezaevine düştü, öldürüldü. Büyük haksızlık. Ülkenin entellektüel kuşağı sanki bilinçli bir şekilde yok edildi. Başımıza gelen bütün belaların sebebi, "niye biz böyle yönetiliyoruz ya da bunlara düçar oluyoruz" sorusunun cevabı 80 darbesindedir."

BEN İSTERİM Kİ, OĞLUM...

- Eğitim kanayan bir yara anne babalar için...

Oğlan sekizinci sınıfa gelinceye kadar beş kez değişen eğitim sisteminin sonunda ortaya çıkan ürün ne olacak? Yazmayı bilmeyen öğrenciler, okuduğunu anlamaktan aciz çocuklar , velilerden para alıp kapıyı kilitleyip kaçan kolej yöneticileri…. Böyle bir şey var mı yahu? Bir okul düşünebiliyor musunuz "kapattık zarar ettik" desin.

- Müfredat da ayrı bir sorun değil mi?

Bilgiye ulaşmak kolaylaştı ama doğru bilgiyi seçmek zorlaştı. Okulların da öğrenmeyi öğretmeleri, yani bilgiye ulaşmayı öğretmeleri gerekir.  Bugünün çocukları büyüyecekler, ilerde ülkenin sosyal, politik ve ekonomik damarlarında yer alacaklar. Bu çocukların dünyayla kurduğu ilişki nasıl? Nasıl bir vicdana, nasıl bir belleğe, nasıl bir haysiyete sahip olacaklar? Ben isterim ki benim oğlum çok istediği bir şeyi tutkuyla yapsın ve başarılı olsun ama doğaya da yaşadığı dünyaya da saygılı olsun, vicdanlı olsun, ne bileyim itiraz etmekten çekinmesin, kafasını eğmesin her şeye, her seferinde… Bütün bunlar o ülkenin yaşadığı iklim neyse o kadar oluyor. Hepimiz bunun  bir parçasıyız. Çocukları sınırlamak yerine, doğru yöntemleri anlatmak zorundayız. Onlar kendi yollarını kendileri bulacaktır. Müfredattan önce gelen, daha temel sorunlarımız var.

- Sizin okul hayatınız nasıl geçti, üniversiteye gelene kadar?

Avanos ortaokulunda, derslerin birçoğu boş geçerdi. Nevşehir lisesinde fizik dersine eczacı girerdi. Oradan nasıl geldim diye dönüp baktığımda kitap okuyarak bulmuşum yolumu.  Kurtarmışsam eğer, öyle kurtarmışım kendimi. 

ANTROPOLOJİ EĞİTİMİ ALAN BİR İNSAN...

- Siz hiçbir zaman karamsar olmamışsınız, kitabınızda da yok karamsarlık.

Niye değilim biliyor musun? Antropoloji eğitimi alan bir insan karamsar olamaz. Dünyanın başına bu hallerin gelmesi sosyo-ekonomik bir sürecin sonucu. Avcı toplayıcı toplumdan tarım toplumuna geçiyorsun. Buğdaylar çoğalıyor,  çoğalınca çuvala koyuyorsun ve saymaya başlıyorsun çuvalları. Artı değer ürettiğin zaman dünya da başka bir şeye dönüşüyor. Sonra da belki sanayi devrimi… Kapitalizmin evreleri falan. Ama çok daha temel bir şey var. İnsan baştan doğa ile uzlaşmak yerine doğa ile mücadele etmeyi koymuş kafasına. Sanki uygarlığa giden yol doğayı yenmekten geçiyormuş gibi. Nasıl yeneceksin doğayı? Senin kaçıncı uygarlığın bu? Doğa hep orada duruyor. Sen büyük bir ihtimalle bitireceksin bu uygarlığı, o muhtemelen tek karbondan kaç milyar yıl sonra başka bir uygarlığa yol açacak. Sen neyi yenmiş olabilirsin?

Doğadan kopuş ilk nasıl olmuş, neden peki?

İnsan kendisini gereksiz yere ve fazlasıyla önemsiyor. Kendini bir şey zannediyor insanlık, problem o. Antropoloji bana aslında bir kum tanesi kadar bir şey olduğumu ama bunun da kıymetli bir şey olduğunu öğretti.

-Kitaba dönecek olursak, Tarkovski söyleşinizi sonuna kadar gerçek sanarak okudum!

Söyleşiyi yayımlayan editör bile inanmaz mı? "Abi sen yaparsın" dedi. Nasıl yaparım, yıl 71. Ortaokul ikide Moskova yollarına mı çıktım? (gülüyor) Tarkovski’yle o kadar hemhal oldum, röportajlarını, güncelerini o kadar çok okudum ki… Söyleşide tarih bilgisi doğru, özellikle seçtim. Tarkovski, o tarihte Kazan'da, tedavi oluyor. Doktorun ismini buldum, karısının o saatte nerede olabileceğini falan tespit ettim. 

-Che'nin katilinin Küba'da ameliyat olmasını anlattığınız yazıyı okurken boğazım düğümlendi. Ben sizin gibi bakamadım olaya. Doktor olmadığım için herhalde…

Birbirimizin hayatlarının içindeyiz istesek ya da istemesek de. Aslında herkes birbirine iyi ya da kötü dokunuyor. Üstelik şark toplumu, dokunma hakkına sahipmiş gibi dokunur. Sıkışınca birbirimizi ararız mesela. Batılı toplumda olmaz bu, en fazla tanıdık psikiyatristin numarasını verirler. Zaten 8'den sonra arayamazsın kimseyi… Senin burada söyleyeceğin bir şey benim gece boyunca kafamı kurcalayabilir. Yazdığımız şeyler de birbirimizi çok etkiliyor. İçselleştiriyoruz. Seyrettiğimiz filmler. Oralardaki karakterler. İdris Koçovalı diye yolda elimi öpenler oluyor mesela…

Kesal, 10 Kasım'da TÜYAP'ta kitaplarını imzalayacak, okurlarıyla söyleşiye katılacak. Kesal'ın son kitabı Velhasıl, İletişim Yayınları'ndan çıktı...

AĞLA DEDİLER Mİ GERÇEKTEN AĞLARIM!

-Bu sezon Çukur'da yoksunuz. Filminizi bitirdiniz; Nasipse Adayız'ı. Ekranda olmayacak mısınız bundan sonra?

Kamera arkasında olmak istiyorum artık.  Yakında bir internet dizisinde küçük bir rolde oynayacağım ama...

-Seviliyor oyunculuğunuz, yönetmenler de bırakmıyorlar sizi...

Oyunculuğu bilmediğim içindir…

- Niye bilmiyormuşsunuz?

Hakikaten. 

- Nazan hanımdan tiyo aldığınız oluyordur...

Dizi çekimleri çok tempoludur. Uzunca hazırlanmaya fırsatınız olmaz. İş yetişmek zorunda. Bazı tuhaf tiyolar vardır. Alıyorum bazen.

-Gözyaşı gibi mi?

'Genel plan, uzak çekimlerde çok da ağlama, yakınlarında ağlarsın' gibi. Bu benim yapabildiğim bir şey değil, bilmem ben. Ben ağlama sahnesinde gerçekten ağlarım, salya sümük. Sonra alıp götürüyorlar, yüzümü yıkıyorum… Benim için oyunculuk bir şeyi taklit etmek değil, o olmaktır çünkü. 

BEN GALİBA MEDDAHIM

-Yazı peki?

Hepsinin lokomotifi. İvmelendiren, buluşturan, birleştiren şey yazmak. Okumazsanız yazamıyorsunuz. Aslında her işi için okuyorsunuz. Koçovalı'yı oynayacağım zaman Türkiye'de yayımlanmış bütün mafya kitaplarını okudum. Bizde mafya değil de daha çok kabadayılar varmış, onu öğrendim. Kumarhane, arsa işi üzerinden kurmuşlar oluşumu, uyuştucuya bulaşmamışlar, karşı çıkmışlar. Hepsi de çoluk çocuk sahibi aile babası, çevrelerinde hemşericilik var. Semtle ve geldikleri şehirle tanımlanıyorlar. Gazinolarda, pavyonlarda, yemek yerden bol bol fotoğraf çektirmişler. Normalde bir mafya fotoğraf çektirmez!

-Okumak hepsinden ayrı bir yerde sanırım sizin için...

Okumak boş zamanlarda ya da uykudan önce bir iş gibi yapılırsa olmaz! Ciddi mesai ister. Ama bütün kitabı da bitirmek zorunda değilsiniz. Kitap bir kaynaktır nihayetinde. Çok başıma gelir bir dipnota takılıp bir başka kitabın peşine düşerim. Başka türlü nasıl öğreneceğiz?

- Yazılarınız su gibi akıp gidiyor. Bu dili nasıl sağlıyorsunuz?

Ben galiba anlatıcıyım, meddahım. Yazarken tarzım, bir edebiyatçı okur ilişkisinden daha çok sohbet eden bir adamla onu dinleyenlerin ilişkisi gibi… Edebiyatın korkutucu yüzü de vardır ya bir yandan, acayip benzetmeler, derin cümleler, tuhaf bilinç akışları… Ben nasıl konuşuyorsam öyle yazıyorum. 

KENDİME YOLCULUK HEPSİ

- Hikaye anlatırken kendinizle uğraşır mısınız çok?

Bana hep İdris Koçovalı'dan etkileniyor musunuz diye soruldu. Yok diyordum, o benden çok etkilendi. Ben, içimde bendeki İdris Koçovalı'yı aradım. O Ercan Kesal'dan başkası değil. Edebiyatla ilişkimde, sinemada, senaryoda, oyunculukta, yönetmenlikte bütün meselem kendime dair yaptığım yolculukların bir kısmını paylaşmak.

- Kitabınızdaki bölümlerden annenizle diyaloglarınızı yazdığınız yazılar da çok etkileyiciydi…

Okuma yazması olmayan bir kadındı anam. Ama bilgeydi. Bilgisiz hiçbir yere gidemeyiz ama mutluluğu da mutsuzluğu da akıbetimizi de sadece ve sadece bilgiden beklemek pek doğru değil, eksik birakıyor bizi. Bilgelikle donanmış, güçlendirilmiş bir bilgi ihtiyacımız olan şey.

- Son soru, sizi buraya çocukluğunuz mu getirdi?

Evet… Anamın anlattıkları, çocukluğumda yaşadıklarım, bulunduğum coğrafya… Kapadokya'da doğmasam, öyle büyülü bir coğrafyanın çocuğu olmasam, bir gazozcunun esnafın oğlu olmasam, kitaplarla çok geç tanışmış olsam, bütün bunlar başıma gelmezdi bence, bu kadar basit.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler