Nehir roman

Günümüzde Şark, feodal düzen ve ilişkiler demektir; elbette geçmişte de öyleydi ve biz feodal geçmişten gelen bir ulusuz. Bir yanımız hâlâ o düzenin bugünkü çarpık çeşitlemesinin dolambacında yitik. Ayla Kutlu o yanımıza parmak basarken bize unutmaya pek eğilimli olduğumuz kültürel mazimizi öğretiyor. 'Asi... Asi...' feodal bir ailenin yükselişini ve çöküşünü kuşaklar boyu gürül gürül akan bir anlatıyla canlandırıyor.

Yayınlanma: 11.02.2010 - 08:15
Abone Ol google-news

Hem tutuculuğun inadının biriktiği, hem sahip olma bilincinin yarattığı uygar şehir! (s. 155) Bu eski şehrin eski evlerinde işlemeye giden genç yokmuş gibi, kapılar kapalı. O yüzden hayatla insan arasındaki bağlar hep öbür dünya ile bu dünya arasında sallantıda duran ihtiyarları düşündürüyor (s.161)

İşte bu şehirde, her şeyi ihtiyaç olarak gören, karnını doyurur gibi sevişen, kızlarını ağlayarak satan, namusun bireysel anlamından habersiz, kendisine yol gösteren herkese ölesiye inanan, Romalı havalı, Arap tavırlı, Hitit genleriyle barışık erkek halkımız (s.162) yaşar; ve, hem bir başka insanın yaşamı üstünde her zaman son sözü söyleyen, hem de bütün zamanların zayıf kadınları! (s.155) Burada insan, kendinde olmayan her şeyi küçümseyerek kimliğini bulur (s. 162).

Ayla Kutlu on yıllık bir aradan sonra romana ve gözde temalarına, gözde yöresine dönüyor, yani Şark'a. Bir edebiyatçı dostun ''Essah roman yazarı olabilmek için, bir yörenin essah yerlisi olmak gerek'' sözlerini anımsıyorum. Ayla Kutlu Hatay'ı seviyor, oranın coğrafyasına, yeryüzü şekillerine, bitki örtüsüne, iklim koşullarına, karmaşık geleneklerine, insan yapısına, acı, acımasız ve şefkatli tarihine, efsanelerine, ayrıntılarına dek vâkıf. Sevgi ve bilgi birleşince, konusuna hem gönül gözüyle, hem de bir incelemecinin tarafsız dikkatiyle yaklaşabiliyor. Onu bir atmosfer yaratma ustası yapan bu özelliği, aynı zamanda okuru, ciltler dolusu sosyal bilim incelemesi okusa dahi ulaşamayacağı bir derinlikte feodal uygarlığın özüyle buluşturuyor, feodal uygarlıkça biçimlendirilmiş insanın iç dünyasında! Bir kez bireyin içyüzüne ulaştınız mı, sadece onu yoğuran dış koşulların içyüzüne değil, kendinize de ulaşırsınız.
 


Hem bugün hem değil; hem bildik hem yabancı

Hepimiz insanız, varlığımızda içkin temel duyarlıklarda ve duygularda ortağız; toplumsal ve kültürel farklar bu duyguları ve duyarlıkları dışa vurma ya da içe gömme biçimlerimizde. O nedenle, Ayla'nın Hatay romanları yöresel hikâyeler olmanın çok ötesinde, has edebiyat örnekleri. Günümüzde Şark, feodal düzen ve ilişkiler demektir; elbette geçmişte de öyleydi ve biz feodal geçmişten gelen bir ulusuz. Bir yanımız hâlâ o düzenin bugünkü çarpık çeşitlemesinin dolambacında yitik! Ayla Kutlu o yanımıza parmak basarken bize unutmaya pek eğilimli olduğumuz kültürel mazimizi öğretiyor; böylece romanları bir başka boyutta bir başka önem kazanıyor.

'Asi... Asi...' feodal bir ailenin yükselişini ve çöküşünü kuşaklar boyu gürül gürül akan bir anlatıyla canlandırmakta. Kesinlikle kendine özgü bir büyüsü olan bir yapıt. Okur gerçekten kitabı elinden bırakamıyor. Evet, zaman zaman bu coşkun akış biraz durulsa, birbirinden ilginç karakterlerin üstünde düşünme, tahminler yürütme imkânını bize tanısa ya da gerçekten oya gibi işlenmiş dilin güzelliğinin tadına daha uzun süre varabilmemize izin verse diye düşündüğü oluyor okurun; soluklanmak istiyor. Ama bir noktada, gene kendini romanın taşkın Asi gibi gümbür gümbür gelen akışına kaptırıyor.

Yapıtın bu etkileyiciliğini ve çekiciliğini tartışmak istiyorum. Kanımca Ayla Kutlu'nun başarısı iki ana öğeye dayanıyor: Atmosfer yaratmaya ve kişilikleri ve insan ilişkilerini çizerken ulaştığı inandırıcılığa.

Ayla Kutlu son derece gerçekçi durumları masal ya da efsane bulutuna sarmalayarak anlatan bir dil kuruyor. Anlatılan size çok yakın, çok sahici geliyor; bir yandan da -hele büyük kentte yaşamınız geçmişse- sanki tümüyle fantezi bir dünyanın eşiğinde buluyorsunuz kendinizi. Bu özgün ve çekici bileşimi yazar metinde, bir belirip bir kaybolan doğa betimlemeleri, tarihsel anımsayışlar, geleneklere ve efsanelere değinişlerle sağlıyor. Hatay'ı görmüş bile olsanız, Ayla Kutlu'nun bilge gözleriyle görmemiş olduğunuzdan önünüzde renkleri, kokuları, esintisi, nemiyle yepyeni bir dünya açılıyor. Yazar kısa metinsel dokunuşlara koskoca bir anlam ve çağrışım alanı sığdırabilecek denli konusuna ve Türkçenin şiirsel, çağrışımsal gücüne vakıf. Seçilen alışılmamış kişi isimleri bile (örneğin Altınyaz, Alasu, Göksu ) iklimsel, coğrafi çağrışımlarıyla atmosfer yaratılmasına katkıda bulunuyor. Kitabın adını aldığı Asi nehri romanın adeta simgesi; ya da roman tümüyle Asi Nehri'ni -debisini olduğu kadar, kıyılarını, kıyılarında geçen tarihi, günümüz ilişkilerini- kapsayan büyük bir metafor. Kişiler, Asi'nin suladığı topraklarda yetişiyor, olay örgüsünün tüm önemli düğümleri Asi kıyılarında atılıyor ya da çözülüyor ve anlatının 20. yüzyıl başında Zeytun isyanıyla başlayıp gürüldeyen akışı, nehrin 2001'de vuku bulan dramatik taşkınıyla son buluyor. Böylece iki gerçek olayın arasında (başka tarihsel ve toplumsal gerçekliklere de dokunarak) salınan yazınsal yapı, gerçekten de Asi Nehri'nin bir metaforu oluyor. Kader duygusu, hem kuşakların başından geçen olayların kimi kez adeta ayna görüntüleri gibi birbirlerini yansıtmaları, hem romanın sonunda Asi'nin asileşmesi hem de anlatının çeşitli yerlerinde şiirsel değinmelerle verilen efsane anıştırmaları (örneğin Moira'lar, kader tanrıçası Fortuna) sayesinde, bu salınımın içinden, tarihin ve günümüz gerçekliğinin acı lezzetini biraz olsun kendiyle birlikte sürükleyerek ve bir nebze hafifleterek esen bir rüzgâr gibi geçiyor.

Ayla Kutlu'nun romanı bir karakterler freski. Bu fresk aynı zamanda bir portreler galerisi. Tek bir kişi yok ki okura yavan gelsin. Onlarca farklı karakter yaratabilmek ve onları ilişkiler içinde bağlantılandırmak, değme yazara nasip olmayan geniş bir hayal gücünün işareti. Yazar, kişilerini bir ressamın hafif ve hızlı fırça darbelerine benzetebileceğimiz çağrışım gücü yüksek, kısa ve özlü ifadelerle canlandırıveriyor. Onların kimi özelliklerini doğdukları, yetiştikleri toprakla aralarındaki ilişkiyi vurgulayan doğa benzetmeleriyle veriyor. Mahur, babasının gövdesini asma gövdelerinden yapılmış sanıyor (s. 153); yaşlı doğa adamının sesi eski bir değirmen çarkına dökülen suyun uğultusu gibi boğuluyor (s. 117); kederli Armağan'ı yazar Antakya bülbüllerine benzetiyor vs. Böylece kişiler betimlenmeleriyle olduğu kadar yaptıkları ettikleriyle de, romanın coğrafya-doğa-tarih atmosferine katkıda bulunuyor.

Roman bir feodal kültür panoraması; kişiler doğuştan getirdikleri ve hayatın tesadüfleriyle edindikleri özellikleriyle bu panoramaya sağlamca yerleşmişler ve her biri aynı panoramanın farklı bir dışa vurumu: İşte onu için tüm çelişkileriyle capcanlılar. Onun için ailenin dedesi, savaş malulü emekli Osmanlı zabiti Ömer Azmi, çatışmada düşmana bile merhamet duyabilmiş ve biraz da bu yüzden vurulup sakatlanmışsa da (üstelik ne kaderdir onunki, yıkılan imparatorluğun tüm laneti üzerine çökmüş gibidir), yaşamına giren kadınların duygularına, ruh hallerine tamamen kör ve sağırdır; karnını doyurur gibi sevişen erkeklerdendir o! Onun için, tüm ailenin koruyucusu, merhametli Bestami Ağa'nın, nikâhlı karısına da kapatmasına da tam bir pislik gibi davranması bizi şaşırtmaz. Kapatma Siren Hanım'la Bestami Ağa'nın ilişkisi tam bir efendi-köle diyalektiğidir. Çelişkinin ağa yanının çizilmesi mükemmeldir. Ya kölenin durumu? Aile onurundan, evlat sahibi olmaktan, sosyal hayattan bir yaşam boyu men edilmiş herhangi bir kadın, Bestami'nin sevgilisi Siren hanım'ın meleksi huylarını elli küsur yıl sürdürebilir mi? Sanmıyorum. Bir konsomatrisi -ona ne kadar tutkun olursa olsun- nikâhına almaya gönül indiremeyen Bestami Ağa'nın kararsızlığına kendi vicdan azaplarını kapak yaparak, bu azapları sevgilisi Siren'e ödetmesinin; aydın bir adam olmasına rağmen Beyazıt Bey'in, kızı Verda'yı sevdiğinden ayırmaya kalkışmasının ve onun öğrenim yaşamını bitirmesinin, romanın sonunda Verda'nın ve Siren'in ağızlarından yazarın lütfettiği bağışlanmayı hak ettiklerini de sanmıyorum. Acıların da bencil olanları vardır ve böyle acılar anlaşılmayı hak etseler de bağışlanmayı, kanımca hak etmez. Ama, bu sadece benim kanım.

Erkek düzeninin saklısında yaşam

Ayla Kutlu'nun kurgusu ise başka bir amaca yöneliktir: Romanın, hafifçe masalsı havasına pek uygun düşen ve antik Antakya kültürünün tarihsel mirası olan barış atmosferiyle sonlanabilmesi için bağışlama olgusuna ihtiyaç vardır. Acıları anlamanın ve aşmanın yolu içtenlikli iletişimden geçer, dürüstçe konuşmaktan, yüreğini açmaktan; yani sessiz itaati vaz eden feodal kültürde hiç olmayan bir şeyden. Verda ve Siren Hanım'ın, Armağan ve Bestami Ağa'nın içtenlikli dertleşmeleri olmasa ailedeki sır açıklığa kavuşabilir miydi ve sırrın etrafında örülmüş zehirli sis dağılabilir miydi? Siren Hanım, feodal düzenin ötekisidir; Verda ve Armağan tipik feodal değildir, günümüz insanıdır ne de olsa; Bestami Ağa'yı ise geçen yıllar, acılar ve yaşlanma yumuşatmıştır.

Ayla Kutlu, katı erkek düzeninin saklısında süren, ailenin mahrem ilişkilerini yönlendirme hakkı kendilerine bağışlanmış bir kadınlar düzeninden söz eder. Bu iç düzenin egemenleri için hoşgörü veya bağışlama diye bir şey söz konusu değildir. Kocalarının tecavüz ettiği, cinsel hayatları boydan boya hüsran olmuş kadınlardır bunlar çoğu kez. Hassas dengeler üstünde duran, kırılgan güçleri hem kendilerine hem yakınlarına yönelik acımasızlığa bağlıdır. Onun içindir ki Mahur Hala, başından geçen kötü bir aşk deneyiminden sonra kadınlık defterini kapatmış, kendini hem içten sevdiği hem üzerlerinde yoğun bir baskı kurduğu yeğenlerine bir tür onur duygusuyla adamıştır. Özverili ve gururludur.

Feodal düzenin dışından bakıldığı an, bu tür özveriler saçma, feodal onur kavramı gülünç görülür. Nitekim daha genç kuşakların değerlendirmesi böyle olacaktır. Oysa düzen, ki elbette baskıya ve sömürüye dayanır, böyle duygusal işleyişlerle ayakta durur. Katı bir hiyerarşi düzenidir bu; kimsenin hayatını dilediği gibi yaşama hakkı yoktur, en tepedeki ağanın bile! İşte Bestami Ağa'nın hicran dolu yaşamı! Bu ceza örneği kaderi dengeleyebilmek üzere herkese ödün olarak birer yetki alanı tanınmıştır. En tepedekinin aldığı ödün en büyük olandır, ailenin diğer fertlerinden mutlak itaat bekleme hakkıdır bu. Kadınlara da birtakım kırıntı ödünler verilmiştir; kırıntı, çünkü onların hayatına hiçbir iyileşme getiremez aldıkları ödün. O kadınlar ki yanı başlarında duran dağları aşmalarına yüzyıllar yetmemiştir (s.154). Onların gücü başkalarını mutsuz etmeye yeter. Bestami Ağa bile karşı çıkamaz Eşref Kadın Evi kadınlarının gönül işlerine müdahalelerine.

Hiç mi mutluluk yok; güzel ilişkiler, sıcak dayanışmalar? Elbette var. Beyazıt Bey ve eşi Göksu Hanım'ın kurduğu, biraz idealize edilmiş, saygıya, sevgiye dayalı evlilik; çocuklarıyla torunlarıyla o sımsıcak ilişkileri. Ama hiyerarşi kadar geçerli olan 'suskunluk' yasası, onların da ağız tadını kaçıracak; kadının feodal düzendeki kırılgan durumu ve bu kırılganlığı çevreleyen suskunluk, suskunluğun doğurduğu kuşkular iki kardeşin Bestami ve Beyazıt'ın ölüme dek aralarına girmiş kapkara bir gölge olarak kalacaktır. Saygı ve gelenek, tüm hesaplaşmaları imkânsız hale getirip, hesabı görülemeyen belirsiz durumlar herkesi içten içe zehirler. Kalabalık ailenin o geniş (aslında dar) kozasında aslında herkes yapayalnız ve kendine bile malum olmaktan çıkmış iç dünyasına hapistir: 'Kalabalık ve iç içe ailelerdeki bireylerin şanssızlığı bu değil mi? Öyle yoğun yalnızlık çekiyorlar ki, yitmekte oldukları fark edilemiyor' (s. 146).

Ailedeki mutlu kanat Beyazıt Bey evinde bile, okumuş yazmış bir adam olan Beyazıt Bey'in kızı Nevnur bile bu kaderden kurtulamayacak, kendisi dahil kimse, kulakları geleneklerle uğuldayan kalabalık ailenin aşıladığı sahte güven içinde, Nevnur'un sağlığını yitirmekte olduğunu fark edemeyecektir!

Düzen çökmeye yargılıdır; sadece ilkel yöntemlerle yapılan tarımın ve basit sanayinin yenilenmesindeki güçlükler nedeniyle değil; günümüz dünyasında uzaydan gelmişçesine uyumsuz ve aykırı kaçan bu ilişkiler ağının sürme imkânı kalmadığından.

Yeni dünya, dişi bir yuppi olan Şirin'in şahsında çıkar karşımıza. Ayla Kutlu, yazarlık yeteneğini Şirin'den esirgemiş gibidir. Şirin sadece sevimsiz yanlarıyla belirir ki bu yanlar onun yuppi kişiliğiyle tam bir uyum içindedir; ama onun da tutkuları, saplantıları yok mudur? O da çıkmazda değil midir?

Roman, ilişkilerin çoğunu oldukları gibi bırakarak biter. Tıpkı yaşamda olduğu gibi romanda da sorunların olumlu ya da olumsuz bir sona ulaşması kolay değildir. Hep bildiğimiz gibi sorunlar sürer. Yalnız, Asi'nin taştığı o fırtınalı gecede kimi içsel dünyalarda değişiklikler olur; doğanın dehşetiyle yüz yüze kalmak, insanların dünyasındaki çekişmeleri, yitirmeleri, duygusal acıları ve sorunları adeta önemsizleştirir. Bundan böyle, yaşama daha bir sarılarak, kendileriyle daha barışık sürdüreceklerdir mücadeleyi. Asi, evet can alacaktır. Coğrafyada gelmiş geçmiş tüm zorbalıkları simgeler onun vahşi başkaldırışı. Kırık döküktür geride kalanlar. Ama bu felaket, tıpkı tarihteki fırtınalar gibi, sağ kalanları kinden ve kuşkudan arındıracak, onlara yaşamın kutsallığını öğretecektir. Hayatı her şeyden çok önemseyen eskil Antakya felsefesiyle ahenkli, bilge bir ezgiyle sona erecektir Antakya'ya adanmış bir senfoni olan bu koca roman.

 

Asi...Asi.../ Ayla Kutlu/ Bilgi Yayınevi/ 540 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler