Put kırıcı bir düşünür

Felsefe tarihinde insanlığın sıçramalar gerçekleştirdiği izlenimi veren düşünürler var. Kendinden sonraki düşünürlere yeni patikalar açan, kalıplardan çıkma biçimleri sunan, düşüneni teşvik ya da tahrik eden insanlardır onlar.

Yayınlanma: 15.07.2010 - 07:16
Abone Ol google-news

Modern felsefi yaklaşımlar, özellikle Heidegger, Nietzsche, Foucault ve Derrida gibi put kırıcı olarak nitelendirilen düşünürleri irdeleme eğiliminde. Bu isimlerin yanına put kırıcılık anlamında onların öncülü sayılabilecek bir isim daha eklenebilir: Schopenhauer. Kendi döneminde beklediği ilgiyi çok geç bulabilmiş bu adam, son zamanlarda üzerinde çokça konuşulmaya başlanmış bir düşünür. O da felsefi anlamda kendisini en çok kışkırtan ve düşündüren ismin Kant olduğunu kabul ederek yola koyulur, ancak vardığı sonuçlar itibarıyla kimi zaman Hint mistisizmine kimi zaman aşırı maddeciliğe kayan görüşleriyle çok farklı bir yol çizer. Özellikle ahlak sahasında insana dair söyledikleri derinliğine varan kafalar için sersemletici bir etkiye sebep olabileceği gibi alışkanlığın rahatını bozduğu için kabul görmeye de bilir. Ama düşünmek rahatsızlık verici olabilir, kuytuları sığ sulara tercih edenler için.

Schopenhauer'in ilk ve esas derdi, insanın dünya ile ilişkisini belirleyen değerlerdir. Bu ilişki, nasıl ve hangi vasıtayla kurulur, nereye dayanır? İnsanın dünyada olmasının bir anlamı ve ereği var mıdır? İnsan bu sorulara verdiği cevaplara dayanarak şimdiye kadar kendini nasıl konumlandırmıştır? Bu konumlandırmadaki eksiklik nedir? Peki, olması gereken nedir? Schopenhauer, kendi cevaplarını verirken yararlandığı ilk kaynak Kant'ın kurduğu sistemli paradigmadır. Kant bu ilişkinin temelini epistemolojik bir düşünme üstüne kurar. Schopenhauer, üstadının vardığı sonuçları değerlendirip ona birtakım eleştiriler getirse de yöntem olarak özellikle temel kavramlar konusunda yine ona başvurur. Ancak Schopenhauer, merkeze kendisi için anahtar kavram olan 'irade'yi yerleştirir. İradeyi bütün varlığa atfeder ve insanda iradeyi ve aklı da birbirinden ayrı tutar. 'Schopenhauer'in böylelikle irade ve akıl arasında kurduğu ilişki onun bu tek ve temel düşüncesinin en önemli özelliğidir ve bütün felsefesi içerisinde çok büyük rol oynar. Akıl der, açılımının belli bir aşamasında iradenin hizmetkârı olarak doğar: irade madde biçimine bürünür, madde bir organizmaya tahavvül eder, organizma beyne tekâmül eder ve beyinden akıl inkişaf eder. Akıl böylelikle ikinci hatta üçüncü sırada yer alan bir hadisedir' (s. 70).

'Kendinde şey' sorunsalı

İnsan dünyayı algılayıp anlamlandırmayı akılla yapar, günümüz epistemolojisi için de kabul gören bu ifade iradenin akıl tarafından yönlendirilebileceğidir. Ancak Schopenhauer, genel kabulün aksine iradenin akıl üzerinde hükümran olduğunu söylüyor. Ama onun irade dediği şey basit bir istenç değil. Schopenhauer, saf iradenin akıldan yoksun olduğunu ifade eder: Hayvan canını korurken akla göre hareket etmez, çiçeğin filizlenmesinde akıl yoktur ancak irade vardır ona göre. İnsanın yararlı olduğunu bildiği bir şeyi sadece bu nedenle yemek istemesindeki irade değildir onun kastettiği. Ancak yaşamını sürdürmek için yemesi böyle bir iradedir. Öyle ki Schopenhauer fenomenal alanın da sınırlarını zorlayan kavram olarak iradeyi görür ve gösterir. Kant'ın epistemolojisindeki en önemli tespitlerinden biri insanın sadece görünüşleri bilebileceğidir ancak görünüşleri aşan ya da onların en derininde yatan 'kendinde şey' akılla kavranamaz, bilinemez ve Kant'a göre bu bilginin sınırlarını belirler. 'Kendinde şey bilinemez, çünkü o bir bilgi konusu değil fakat en iç özü itibarıyla iradedir. İsteme bilincimiz kendinde şey hakkında edinebileceğimiz yegâne bilgidir. Fakat 'irade' ile Schopenhauer 'en dar anlamda sadece istemeyi ve tasarlamayı değil, fakat aynı zamanda, mücadele etmeyi, arzulamayı, çekinmeyi, sakınmayı, umut etmeyi, korkmayı, sevmeyi, nefret etmeyi kısaca doğrudan keder ve mutluluğumuzu, arzu ve nefretimizi oluşturan her şeyi' kasteder' (s. 156).

Özellikle 'kendinde şey'in bilinemezliği daha önce felsefe tarihinde başka kavramlara bağlı olarak karşımıza çıkabilir. Bu biçimdeki bir arayış insanı hep metafizik alana sürükler. Aşkın bir hakikat ideali, evrenin sırrını taşıyan, bütün varlığın kendisine dayandığı bir ilk nedene duyulan ihtiyaçtır. Schopenhauer, insandaki nedensellik tutkusunun bu sebeple akla değil yine bu biçimde bir metafiziğe dayandırılacağını savunur. Ancak o bu metafizik kavrayışın zorunlu sonucunun hep düşünüldüğü gibi teizm olmayacağını da ifade etmeye çalışır.


Hayat bir görevdir...

Schopenhauer, iradenin insan davranışları altında yatan esas dayanak olduğunu, insanın bir akıl varlığından daha çok bir irade varlığı olduğunu ve bunun, insanın dayanılmaz trajedisini başlattığını söyler. İnsan için iradenin ortaya çıkışı bir hedefe yönelimle başlar. Hedef bir kez belirlendikten sonra ona ulaşmak için her cefaya katlanan insan için istemenin sonu yoktur, hedefler tükenmez. Bir şeyi elde ettiği anda onu kaybetmeye başlamıştır zaten insan, ya da onu kaybetmenin korkusuna köle olmuştur. Dolayısıyla irade, özgürlük ve köleliktir. İnsan yaşar, yaşamak için ister, istediği için savaşır, ezer, yok eder, akıl kötü olduğunu söylediği halde, insan eyler, eylediklerinden utanır, kendinden nefret eder, acı çeker. 'Dünya bizi mutlu edecek şekilde tanzim edilmemiştir ve mutluluk hayatın gayesi değildir. Doğuştan getirilen tek bir hata vardır, Schopenhauer dokunaklı bir dille ifade eder, bu da burada mutlu olmak için bulunduğumuzdur. Hayat bize farklı bir ders öğretir- hayatın ıstırapları bize farklı bir ders verir. Ölüm kaçınılmaz. Hayat onun gözünde bir zevk değil, fakat bir görevdir' (s. 257).
 

Yaşam bir trajedi

Düşünce tarihi dünyanın mükemmel bir uyum içinde yaratılmışlığından bahseden öğretilerin hâkimiyetinde. Kutsal kitaplar da genelde dünyanın kusursuzluğu ve insanın yaratılanların en şereflisi olduğu öğretisi (birtakım farklarla da olsa) mevcut. Oysa Schopenhauer, insanın ne yaparsa yapsın acıya yazgılı olduğunu ifade eder. Dünyadaki adaletsizliğin ve kusurun bir kaynağı da ölüm ona göre; insanın öleceğini bilerek yaşamak zorunda oluşu, varlığının asıl trajedisi. Yaşam bir trajedi, ölünceye kadar sürecek bir trajedi, bu hep böyle kalacak ona göre; insanlık hayalini kurduğu o kutlu ülkeye ulaşamayacak hiçbir zaman. 'Bir bütün olarak dünyanın bir amacı yoktur. İradenin sebebinden, kendisine doğru çabaladığı bir hedeften söz etmek mümkün değildir' (s. 175). Schopenhauer, dünyanın uğruna adandığı kutsal erek düşüncesinin dışına çıkarak bir yerde 'kutsal hakikat' ya da 'amaca uygun yaratılmış dünya' tasarımını da yadsıyor gibi. Bu nedenle o, teist ahlaka da karşıdır, çünkü teist ahlak insanı yine bencilliğe sevk eder. İyi olan özünde dışarıdan hiçbir dayatma olmaksızın insanın isteyerek yaptığıdır.

Peki, ahlak neye göre şekilleniyor böylesi kötü bir dünyada? Böylesi kötümser bir dünya tasarımında insan neye göre yaşayacak? Bireyin bu yaşamda varoluşu ne anlam taşır? Bu sorulara verdiği yanıtla Schopenhauer'in ahlak adına söyledikleri çok kolay kabul edilir şeyler değil, ayrıca çok kapsayıcı ve sistemli olduğu da söylenemez. Ama özellikle ahlakın temeline oturması gerektiğini düşündüğü 'duygudaşlık' kavramıyla önemli bir değeri hatırlatır insanlığa. Kişi kendi dışındaki bireyleri değerlendirirken suçlayıcı ve öteleyici olmak yerine onun yerine kendini koyarak o durumda ne hissedebileceğini anlamaya çalışmalı, çünkü hepimiz aynıyız ve hiçbirimiz temiz değiliz: 'İnsan davranışının sadece üç temel kaynağı vardır ve mümkün her saik veya güdü bunların birinden ya da diğerinden kaynaklanır: Bunlardan birincisi bencillik ki kendisinin iyiliğini arzular ve sınırsızdır, ikincisi bedhahlık ki başkalarının kötülüğünü arzular ve en zalim gaddarlığa ulaşabilir, son olarak merhamet, başkalarının iyiliğini arzular ve soyluluk ve yüce gönüllülüğe ulaşabilir' (s. 305).


Kant'ı aşmak

Schopenhauer, insanın kendiliğinden iyi biçimde kurulmuş bir ahlaka sahip olmadığını ve bunun nedeninin bitip tükenmek bilmeyen bencillik olduğunu öne sürer. Herkes kendi için ister durur, istediklerini elde etmek için de başkalarına zarar vermeye kadar varan davranışlar sergiler. Ama bu, bireyin tek başına ya da özüne ilişkin bir özellik değildir. Schopenhauer'e göre bu türe özgü bir durum. Bütün hayvanlar doğada bir mücadele içinde. İnsan, doğayla olan mücadele söz konusu olduğunda dayanışma içinde görünür. Ancak başka hiçbir hayvan bilerek ve isteyerek, sadece keyif için bir canlıya hele kendi türünden birine zarar vermez. Kötülük insan soyunun ayrılmaz bir parçasıdır adeta. Tarihi de bu şekilde ele alır Schopenhauer; bütün insanlık tarihi insanın bencilliği ve hırsı uğruna dökülen kanın tarihidir: 'Dolayısıyla her türlü çıkara gözetmez iyilik izah edilemez bir eylemdir; o bir muammadır ve onu izah etmek için insanlar her türden varsayıma başvurmak zorunda kalmışlardır' (s. 349 ).

Schopenhauer, açık bir biçimde insan aslında özünde kötüdür demese de, bu denli bencil bir varlığın iyilik yaparken neye dayandığını tam açıklanamayacağını söyler. Mevcut ahlak sistemleri insanın bir ahlak varlığı olduğunda diretirken kuşkusuz insanın özü itibarıyla iyiliğe yatkınlığını içerir. Schopenhauer, böyle bir insan tasavvuru ortaya koyarak hem hâkim ahlaki paradigmaya hem de hocam dediği Kant'ın ödev ahlakına karşı çıkmaktadır. O, insanın bu trajediyi en hafif biçimde atlatmasının yolunu gereksiz bir erek arayışına girmek yerine benliğinden bir sıyrılma yoluna girme olarak gösterir. Ona göre Hint mistiklerinin ya da sufilerin dünyevi olandan elini eteğini çekerek yaşamayı seçmelerindeki amaç benliklerinden sıyrılarak sadece varlığın bir parçası oldukları bilincine varmak ve onda erimek yani Nirvana'ya ulaşmaktır. Böylelikle sahip olamadıkları için acı çekmekten biraz olsun kurtulmayı başarırlar. İstemeyi öğrenmenin tek yolu 'ben'in mümkün ölçüde öldürülmesi ve hiçleştirilmesidir. İfade edilen ahlaki yaklaşım bizi İsa'nın çileci öğretisine götürdüğü gibi mistik din yorumlarında da karşılığını bulur. Bu anlamda dâhiler ve ermiş bilgeler nefislerine acı çektirerek ruhlarını terbiye eder. Schopenhauer, bu dünyaya bağlanan insanın mutsuz olmaya mahkûm olduğu gerçeğini kabullenmekle işe başlamak gerektiğini savunur. Kutlu gelecek hayalleri kurmanın gereksiz olduğunu, insanlığın ilerlemediğini, hiçbir şeyin daha iyi olmayacağını söylerken fazlasıyla umutsuz ve kötümserdir ama çok da haksız görünmez gören gözlere.

Schopenhauer, birçok kişiye umut kırıcı ve kötümser hatta anlaşılmaz gelebilir. Ancak sürekli olarak alışkanlıklarımızı okşayan ve böbürlenmemize katkı sağlayan bir düşünme biçimi değil midir insanlığın varmış olduğu bu dehşet verici halin sebebi? Böyle bir hal göremeyenlere söylenecek söz yok elbette. Ancak huzursuz vicdanlara seslenen böyle bir düşünür, sadece dünyayla ve yaşamla derdi olanlara bir şeyler söyler.

Schopenhauer/ Yayıma Hazırlayan: Ahmet Aydoğan/ Say Yayınları/ 464 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler