Savaş ve ölüm

Savaş, çatışma alanlarının dışına taşmasıyla birlikte ölümler kitlesel bir hal aldı. Napolyon’dan sonra orduların genel seferberlik anlayışına göre düzenlenmesiyle de, savaş alanlarında kitlesel ölümler yaşanmaya başlandı.

Yayınlanma: 20.10.2008 - 16:45
Abone Ol google-news

Savaşın en büyük felaket olarak nitelenmesi, toplu ölümlerin yaşandığı olaylar olmasıyla eşdeğerdir. İlkçağlardaki muharebelerde ölen binlerce insandan, dünya savaşlarında ölen milyonlara kadar her savaşın ortak özelliği çok sayıda insanın kısa sürede ölmesi şeklindedir. Ancak son yüzyıl içinde gelişen savaşlardaki çatışma sahaları muharebe alanları ile sınırlı kalmayıp cephe gerisindeki sivil yaşam merkezleri de hedeflere dâhil oldukları için ölümlerin oranı hızlı bir artış göstermiştir. Bugünkü savaşlarda ölümlerin sayılarının milyonlara varmasının öncelikli olarak üç nedeni vardır.

 

Genel seferberlik

Fransız İhtilali ile birlikte yürürlüğe konan levee en masse (genel seferberlik) sayesinde yurttaş orduların kurulmaya başlanması, bir anda kitlesel orduların önünü açmıştır. Bunun sonucu Fransız Ordusu’nun mevcudu birkaç sene içinde beş kattan fazla artmıştı. Akabinde Napolyon Savaşları’ndaki kayıpların da hızla artarak 1812-1813 Rus Seferi’nde yüz binleri bulması hiç de şaşırtıcı değildir.

Avusturya ve Prusya da Fransızlar’ın bu sayısını eşitlemek için aynı sisteme 1792’de geçmişler ve zamanla bütün dünyaya yayılmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Amerika gibi Avrupa’ya oranla çok az kayıplı muharebelerin yaşandığı bir kıtada bile, çıkan ve dört yıl süren iç savaşta ölümler yüz binleri bulmuştur. Bununla birlikte levee en masse, nüfusun artmasıyla beslenerek gelişen bir sistemdi.

Endüstrileşmeye paralel tıbbi araştırmaların ve hayat şeklinin de gelişmesi sonucunda 19. yüzyıldan başlayarak hızlı bir nüfus artışının yaşanması, levee en masse sisteminin kaynağını oluşturan insan sayısının yurttaş orduların büyüklüğünü de artırmasını getirmiştir. Böylece kitlesel orduların hızla büyümeleri gelmiştir. Napolyon 600.000 askerle Rus Seferi’ne çıktığında Fransa, 1,5-2 milyonla o zamana kadar Avrupa’daki en büyük orduya sahip olurken, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk senesi içinde bu rakam 8,5 milyona yaklaşmıştı. Avrupa’daki çoğu ülke için aynı gelişim geçerliydi. Dolayısıyla yeni sistem hızla işlerlik kazanıyordu. Ancak bu kadar yurttaşı orduya alarak besleme ihtiyacı ise askeri teknolojilerin de gelişmesiyle gelen kayıp oranlarındaki hızlı yükselişin sonucuydu.

 

Askeri teknolojinin gelişmesi

Savaşlarda ölümlerin kitlesel boyutlara ulaşması için levee en masse ve nüfus patlamasının yanında askeri teknolojilerin gelişmesi de gerekliydi. Bilim ve teknolojinin 19. yüzyıldaki hızlı ilerlemesi de bu eksikliği giderdi. 20. yüzyılda ise ilerleme adeta bir sıçramaya dönüştü. Bu durumu kızıştıran güç yarışının getirdiği teknolojik karşılaşma, güç yarışını bir kısırdöngüye soktu. Güçler artık hızlı bir silahlanma yarışına girmişlerdi ve bunun için bilimsel araştırmalara da önem veriyorlardı. 19. yüzyılın ortalarından başlayarak obüsün ve mitralyözün geliştirilmesi hem 1861-1864 Amerikan İç Savaşı hem de 1904-1905 Rus-Japon Savaşı’ndaki muharebe alanlarını adeta mezbahaya çevirdi. Bu iki savaş aslında sadece en büyük savaşın müjdecisi değildi. Aynı zamanda da bu savaşın nasıl gerçekleşeceği ve nelere mal olacağını işaret etmişlerdi. Gerçekten de öyle oldu.

Birinci Dünya Savaşı tank, uçak, denizaltı, alev makinesi, gaz gibi silahların büyük sayılarda kullanıldıkları ilk savaş oldu. Öldürme teknolojileri bu derece gelişmişti ama piyade hala ana unsurdu. Dolayısıyla tam bir karşılıklı katliam oldu. Kayıplar on milyonu bulan ölü ve 20 milyona varan yaralı sayısı ile 30 milyon gibi korkunç bir rakama ulaştı. Ölümlerin çoğunun cephede yaşandığı göz önünde bulundurulduğunda, burada insan faktörünün ölüm teknolojisini aşamadığı açıkça göze çarpmaktadır. Yıpratma halini alan bu savaş bir yandan yeni silahların geliştirilmesini hızlandırılırken, böyle bir katliama tanık olan insanoğlunun bir daha savaşmayacağı düşüncesi de Avrupa’nın parçalanmasıyla son buldu. Yenilen Alman toplumu bir yandan gururu oynanmış, diğer yandan ekonomik çöküntüye mahkûm edilmişti ki, bu ikisi bir araya geldiğinde bile yeterince potansiyel bir tehlike oluşturuyordu. Bunun tehdide dönüşmesi için “yenilikçi” bir lider lazımdı ve Hitler de bu boşluğu doldurdu.

Askeri teknolojideki yenilikleri izlemekle kalmayan Hitler, bu yenilikleri hem el altından destekledi hem de onları geliştirenlerle yakın irtibat kurarak askeri-siyasi desteğini artırdı. Bu gelişmeler sayesinde, kendisinden çekinen ordu tarafından da destek gördü. Özellikle havacılık konusundaki atılımları Almanya’yı bir teknoloji devriminin eşiğine getirmişti. Daha İkinci Dünya Savaşı başlamadan bir hafta önce Almanlar ilk jeti başarıyla uçurdular. Başlayan savaşın ilk yarısına ise henüz uçaklar değil, tanklar damgasını vuracaktı.

İnsan bedeni teknolojiyi aşamıyordu ama teknolojiyi yaratan insan aklı teknolojiyi aşmayı sonunda başarmıştı. İngilizlerin ilk geliştirerek Birinci Dünya Savaşı’nda kullandığı tank, Almanların üzerindeki geliştirmeleri ve taktik düzenlemeleri sayesinde siper savaşları dönemini kapatmış, karşılıklı katliama son vermişti. Yeni savaş tarzı saldırı ağırlıklıydı ve bu silahlar sayesinde harekâtlar hız kazanmıştı. Tanklar düşman hatlarını zayıf olarak tespit edilen noktadan yarıyor, düşman gerisine sarkarak çeviriyor, geriyle irtibatını kesiyor, sonra da ikmal ve iaşeden yoksun kalan düşman birliklerinin çoğunu kitleler halinde esir alıyordu. Bu durumda toplam kayıplar asimetrik bir hal alıyordu. Almanlar az bir kayıpla harekâtı tamamlarken, düşmanları kısa zaman içinde korkunç kayıplar veriyorlardı. Ancak yeni geliştirilen stratejinin olumlu bir sonucu da vardı. Cephedeki kayıpların büyük bölümü esirler oluyordu. Ölüm oranları savaşın ilk yarısında Birinci Dünya Savaşı’na göre düşmüştü. Bu sayede kısa zamanda Polonya ve Fransa gibi büyük ordular bir-bir buçuk ay civarında teslim oldular. Rusya’ya saldıran Almanlar harekâtın ilk altı ayında Ruslara 5,5 milyon kayıp verdirmişlerdi. Bu gelişmeler Birinci Dünya Savaşı’nı bir anda unutturuvermişti. Hâlbuki Rusya’daki harekâtı durduran 1941-1942 kışı teknolojinin başka sınırları olduğunu da gösterecekti.

Savaş ilerledikçe askeri teknolojideki gelişmeler bir yarışa dönerek bugünkü savaş alanlarının ilk halini aldı. Almanlar ve Rusların durmaksızın geliştirdikleri orta ve ağır tank sınıfları Rusya’daki harekâtların gözbebekleri olurken, Batılı Müttefikler stratejik bombardıman uçaklarını geliştirmeye ve üretmeye devam ederek Alman şehirlerini bombalamaya başladılar. Almanlar buna karşı 1943 sonlarında ilk askeri jeti hizmete soktu. 1944’te dünya birçok yeni icatla daha tanışacaktı. Roket motorlu uçaklar, jet motorlu hafif bombardıman uçakları, seyir füzesi ve kıtalararası balistik füzeler devreye girdi. Müttefikler 1943’te geliştirdikleri desimetrik radar sayesinde Atlantik’i Alman denizaltı filosuna dar ettiler. Almanlar 1945’te çok geç bir zamanda bugünkü modern denizaltıların atası olan elektro-dizel türbinli denizaltıyı hizmete soktuysalar da kullanamadan teslim oldular. Ancak uzayan savaş, artan cephe gerisi ölümler ve soykırım sayesinde insanoğlu Birinci Dünya Savaşı’nı arar hale geldi. Toplamda 50 milyonu bulan resmi ölümlerin gerçek sayısının hala 80 milyona yaklaştığı savunulmaktadır. Dünya nüfusunun yüzde 5’i altı sene içinde hayatını kaybetmişti. Savaşı bitiren Atom Bombası ise yepyeni bir çağ açmıştı. Artık kitleler tek bir bombayla çok daha kolaylıkla öldürülebilecekti.

 

Ölümün getirdiği barış

Soğuk Savaş’a damgasını vuran nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar milyonlarca insanı kısa bir sürede yok edecek korkunçluğa sahiptiler. Çıkacak üçüncü bir dünya savaşını kazanan olmayacak, hatta nükleer silahların hepsi birden kullanıldığında dünya yok olacaktı. Dolayısıyla iki kutup arasındaki dengeyi koruyan da bu korkunçluk oldu. Üçüncü Dünya Savaşı’nın boyutlarının varacağı en son mertebenin “küresel intihar” olacağı nedeniyle 1950’lerin topyekûn imhaya dayalı nükleer savaş stratejileri ertesi on yıl içinde yerini esnek mukabeleye bıraktı. Milyonlarca insanın kısa bir sürede ölümünün kimseye bir şey kazandırmayacağı ortadaydı. Bu sağduyu, nükleer bir savaşa doğru adım adım ilerlemekte olan Küba Krizi’nde çözüm olarak ortaya çıktı.

Nükleer silahlar Hiroşima ve Nagazaki dışında kullanılmamışlardır. Kitlesel ölümler için geliştirilen kimyasal silahlar ise Birinci Dünya Savaşı dışında, Nazi kamplarında ve Tokyo Metrosu’na yapılan terör saldırısında kullanılmışlardı. Biyolojik silahların ise kullanılıp kullanılmadıklarını bilmek ya da anlamak çok zor olup, sadece 11 Eylül’den ABD posta servisi yoluyla içi Anthrax dolu zarfların teröristlerce sağa sola gönderilmesi sonucu yaşanan ölümler ispatlanabilmiştir.

 

Konvansiyonel etkinlik

13-14 Şubat 1945’te Müttefikler’in Dresden’e yönelttikleri bombardımanda ölenlerin sayısı resmi olarak 135.000 olarak geçerken, şehirde açıkta bulunan Ruslardan kaçan çok sayıda mültecinin de açıkta yakalanmasıyla 200.000’i geçtiği tahmin edilmektedir. Bu sayı Savaş Tarihi’nde hala etkisini devam ettiren bir rekordur. 1.350 stratejik bombardıman uçağının 14 saat içinde şehrin yüzde 70’ini yıkarak yaptığı bu katliam, 1945’te ABD’nin elinde olan ve biri denemede olmak üzere kullandığı üç atom bombasının etki değerine eşitti. Dolayısıyla kitleleri öldürmek için nükleer silahlara gerek bile yoktur.

Günümüz teknolojisindeki konvansiyonel bombalar İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi terör silahı olarak kullanılırsa bunun yaratacağı manzara da o derece korkunç olacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nda Pasifik’te kullanılan B-29 Süperkale, 9.090 kg bomba taşıma kapasitesiyle savaşın en çok bomba taşıyan stratejik bombardıman uçaklarıydı. Bugün bir B-1B Lancer stratejik bombardıman uçağı 39.000 kilogramı aşan bomba taşıma kapasitesine sahip olup, o zamanın bombardıman konsepti devam ediyor olsaydı bu kapasite daha da artırılabilirdi. Dolayısıyla zamanında 5-10 adet B-29’un yaptığı bir işi konvansiyonel bombalar kullanılarak tek bir B-1’in yapması mümkündür. Avrupa’daki büyük hava bombardımanlarında kullanılan stratejik bombardıman uçaklarının sayısının savaş sonuna doğru yüzleri aşıp bine ulaştığını ve bomba türü mühimmatın da geliştirildiğini hatırladığımızda, ABD’nin envanterinde bulunan 65 B-1’in tek bir harekâtta birlikte kullanılmasıyla Dresden’deki yıkıma eşdeğer bir etkiye ulaşılması mümkün olabilir.

Kitlesel ölümlerin geldiği korkunç boyuta göre Birinci Dünya Savaşı en büyük savaştır. İkinci Dünya Savaşı ise “en büyük savaşın” daha büyüğüydü. Üçüncü Dünya Savaşı en korkunç savaş olup, korkunçluğunun getirdiği caydırıcılık sayesinde hiç çıkmamıştır. Her iki savaşın da ortak yanları kayıplarının on milyonlardan başlamasıdır.

 

Kısıtlama çabaları

Avrupa ülkeleri tarafından geniş çapta kabul gören AKKA Tavanı gibi önemli bir antlaşma sayesinde taraf ülkelerin envanterlerinde bulundurdukları ağır silahların sayıları kısıtlanmış, böylece kıtada olası bir savaşın önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu sayede bir krizin çatışmadan öteye gitmemesi söz konusu olup, savaş haline göre ölümler daha az olacaktır. AKKA tavanı üzerinde durulması ve diğer bölgelere de yayılması gereken bir antlaşmadır. Avrupa’daki ebedi barışın sağlanmasının iki ayağından silahlanma kısmının bu sayede kısıtlanması, Avrupa içinde bir savaşın aniden patlak vermesini zorlaştırmaktadır. Ekonomik ayağını ise AB oluşturmaktadır. Ancak AB’nin gelişmesinde hayati sorunlar yaşanmakta olup, birliğin çözülmesi halinde hala kuvvetli savunma sanayisine sahip olan önde gelen Avrupa ülkelerinin hızla silahlanmaları olasıdır.

Bu arada uluslararası hukuk da sıklıkla aldatılabilmektedir. 1921-22 yıllarındaki Washington Konferansları’nda da deniz güçlerine sınırlamalar getirilerek, gemilerin ağırlıklarından kullandıkları top ebadına ve donanmalardaki savaş gemilerinin toplam tonajına kadar önemli teknik-stratejik konular sınırlamaya tabi tutulmuştu. Zaman içinde bu anlaşma delinerek uygulanabilirliğini kaybetmişti. Almanya’ya Versailles ile getirilen savaş gemilerinin 10.000 tonu aşmama yasağı, Almanya’nın muharebe gemisi üretimini engellese de, Almanlar bu antlaşmayı rafa kaldırana kadar “cep muharebe gemisi” üretimiyle durumu idare etmişlerdi.

Maalesef bugün AKKA Tavanı gibi antlaşmalar da yeterli olmamaktır. Ağır silahların az sayıda olduğu bölgelerde caydırıcılık gölgelenmektedir. Özellikle ağır silahların güvenliği sağlayacak sayıdan uzak olduğu ve hafif silahların ağırlıkla kullanıldığı iç savaşlar ya da çatışmalar ile bunları izleyen katliamlar sayesinde milyona varabilen ölümler olabilmektedir. Rwanda’daki soykırım bunun özelliğini taşımaktadır. Sudan, Somali ve Çad gibi birçok Afrika ülkesinde binlerce insan hafif silahların yoğun olarak kullanıldıkları çatışmalarda hayatlarını kaybetmektedirler. Dolayısıyla belli bir bölgede kontrolü sağlama konusunda önemli bir yeri olan ağır silahların karşıt güçler arasında sayısal kısıtlamalara bağlı olarak bulundurulması önemlidir. Öte yandan hafif silahların sayısı azaltılmadıkça ölümlerin oranlarının düşmeyeceği de ortadadır. Bunun tek yolu ise hafif silah üreten firmalara yoğun denetim ve kısıtlamalar getirilmesidir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler