ABD- Vatikan ilişkileri

Yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada aşırı din hayranlığı yüzyıllardır kabul görmüş laiklik anlayışını hiç yoktan tartışmaya açmıştır. Laik olan insanın dindar olamayacağı gibi çarpık bir savlamanın, insanları kamplara bölmek sevdasını içinde taşıdığı artık su yüzüne çıkmıştır. Biri dinsel (Vatikan), öteki siyasal-ekonomik (ABD) iki süper gücün birlikteliğinin bu konuda önem taşıdığı tartışma götürmez.

Yayınlanma: 10.11.2008 - 21:46
Abone Ol google-news

Bu iki devletin ilişkilerinin tarihine bakmak istedik. Belki çok ayrıntılı bir araştırma sayılamaz bizimki ama daha derinliğine yapılacak çalışmalara yol gösterebilir, umarım.

 

Katolik Kenedy'nin tutumu 

John F. Kennedy başkanlık seçim kampanyasında şöyle diyordu: “Ben din işleriyle siyasanın kesinlikle birbirinden ayrıldığı bir Amerika’ya inanıyorum. Burada hiçbir Katolik din adamı, başkana (bu başkan Katolik de olsa) yapacakları konusunda telkinde bulunamaz… Hiçbir Kilise’ye ya da dinsel okula devlet bütçesinden kaynak aktarılamaz. Hiçbir resmi görevli devletin siyasasıyla ilgili olarak Papa’dan işaret alamaz… Ve hiçbir dinsel kuruluş dolaylı ya da dolaysız halka ya da kamu görevleriyle ilgili devletin bürokratlarına baskı yapamaz”.(1) Bu söylediklerinin kanıtı olarak Kongre’de Vatikan’a büyükelçi göndermek istemediğini belirterek sergilediğini söyleyen Kennedy, Vatikan’a yaptığı ziyarette alışıldığı gibi Papa’nın önünde diz çöküp yüzüğünü öpmemiş; sadece saygıyla eğilip elini sıkmıştır. Oysa Kennedy Katolik bir aileden gelmedir ve babası Roosevelt’in, Vatikan nezdinde “ilk diplomatik temsilcisidir”. Kennedy’in Vatikan’a fazla yaklaşmak istememesinin nedeni bir devlet adamı olarak din ve devlet işlerini birbirinden kesinkes ayırmak esası üzerine kurulu laik anlayışından kaynaklanır. Öte yandan Amerikan nüfusunun ancak yüzde 25’i Katolik’tir. Vatikan’a uzak durmak istediğini her vesileyle dile getirmek bağlamında Papa XXIII Giovanni’nin sekseninci doğum ve Papalığının üçüncü yıldönümü etkinliklerine temsilci göndermek konusundaki tutumunda da gizlidir. ABD’nin duyarlılıkla üstünde durduğu konu Vatikan’nın siyasal değil, dinsel bir yetkeye sahip olması gereği konusundaki inancıdır. John Kennedy’in başkanlık yaptığı dönemde başkanlıktan Roma ABD Büyükelçiliği’ne gönderilen tüm kriptolarda Vatikan’ın sadece ve sadece dinsel imgesi öne çıkarılmıştır. Vatikan bir siyasal yetke olarak görülmek istenmemiştir. Bu tavır ABD’nin başından beri Vatikan’a büyükelçi göndermemekle ortaya koymuş olduğu ve Machiavelli’nin deyimiyle “ruhban hükümdarlıkları”na sıcak bakmadığının göstergesidir. Tarih boyunca bilinen o dur ki Papalar kendilerine özgü dinsel (uhrevi) liderlikleriyle yetinmemiş ve siyasal ihtiraslarını (dünyevi) doyurmak için gözleri ve elleri sürekli Vatikan’ın sınırları dışında olmuştur. En somut örnekleri de VI. Alessandro ve II. Giulio’dur. Bu açıdan bakıldığında ABD’nin Vatikan nezdinde büyükelçi düzeyinde temsil edilmemek gibi bir tavrının altında Vatikan’ın özellikle Hıristiyan cemaatler üzerinde siyasal etki sağlamasını önlemek ve kendisine dünyayı yönetmek bağlamında bir rakip yaratmamak içindir. Vatikan’ı tanımakta ikircikli davranmasının temel nedenlerden biri budur. Dile kolay ABD kuruluşundan tam iki yüz yıl sonra 1984’de Vatikan’a büyükelçi yollamış ve büyükelçi düzeyinde temsil edilmiştir.

 

‘Fikir kovanı’

10 Ağustos 2001’de ABD’nin 6. büyükelçisi olarak Vatikan’a Jim Nicholson atanır. Nicholson daha sonra yazdığı “ABD ve Vatikan/Uzun Yol” adlı kitabında ABD ve Vatikan ilişkilerini ilk günden günümüze dek getirir. İnişli ve çıkışlı bir yol serüveni olan bu öykünün özünde bir başka gerçeklik de ABD’nin yaşadığı ikircikliği aşmakta gösterdiği çabadır. Bir yandan Vatikan’ın siyasal iktidarına bulaşmamak gayreti içine girmek isterken öte yandan Vatikan’la ilişki kurmanın Avrupa’yı denetim altında tutmak için gerekli olduğunu bilmesidir. Vatikan, Amerika’ya göre “fikir kovanı”dır. Ayrıca bu küçük devlet bilgi kaynağı, ayak oyunları yeri, işbirliklerinin bağlandığı ve dünya düzeyinde diplomatik etkinliklerin yapıldığı bir küçük devlettir. Bir başka deyişle önemlidir. Amerika’nın düşüncesi bu küçük devlet nezdinde kuracakları bir büyükelçilik kanalıyla ticaret yapmak, vize işlemleri görmek değil, dünyanın büyük sorunlarına çözüm aramaktır. Doğal olarak söylediklerine zaman içinde kendileri de inanmaz olmuşlardır çünkü dünya, günümüzde, belki bir dünya savaşı yaşamadı ama yerel savaşlarla kan gölüne döndü; özdeksel kayıpların yanında on binlerce insan öldü. Bu iki devlet arasındaki işbirliğinin ne denli içtenlikle yapılmış olduğunu da tüm dünya kamuoyu gördü. İşin ilginç yanı Avrupa’nın nazi-faşistler tarafından işgal edildiği ve Avrupa’nın yıkıma uğradığı dönemde bile Vatikan’ın amansız yardım çağrılarına karşın, ABD’nin müdahalede, Vatikan’ın siyasal beklentilerine yardım olarak algılanabileceği olasılığından kalkarak, çekinceli davranmış olmasıdır. Ne ki Vatikan, ta başından beri, görünüşte insanlığı açlıktan, yoksulluktan, şiddetten, baskı ve zulümden kurtarmak ama gerçekte dünya üzerindeki siyasal etkisini sağlama almak adına ABD gibi güçlü bir müttefiki yanına çekmek için her türlü becerisini kullanarak bu devlete ve halkına hoş görünmeye çalışmıştır.

Avrupa devletlerinin zayıflığı karşısında, Vatikan kendilerince, Avrupa’yı saran iki tehlikeden söz eder olmuştur: Biri nazizm, öteki komünizm. Gerçekte komünizm, gene kendilerince, Hitler’in iktidara gelmesinden önce de Vatikan için bir tehlike oluşturmuştur. Arşivek Tardini’nin bu konudaki sözleri ilginçtir: “Şu anda sürmekte olan savaş bu iki tehlikenin de sonu anlamına gelirse eğer Avrupa rahat bir soluk alacaktır. Ama bunlardan biri, örneğin komünizm, etkinliğini sürdürürse Avrupa kısa bir zaman dilimi içinde bugünkü durumuna yeniden döner. Komünizm bir kere kendisine yeşerecek ortam buldu mu Avrupa’da hiçbir dirençle karşılaşmaz… Ardından kısa bir sürede bir komünist blok oluşur ki İngiltere ve Amerika’yı savaşa girmeye zorlar. Ve şunu unutmamak gerekir, komünizm dine, Hıristiyan uygarlığına karşı açtığı savaştan hiç vazgeçmez. Çünkü onun temel ilkesi proletaryayı oyalayan dini ve kapitalizmi ortadan kaldırmaktır”.(2) Bu bağlamda Vatikan, Avrupa’daki komünist partilerinin gönenmesini ve güç kazanmasını engellemek için elinden geleni yapmıştır. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi özellikle bağrında barındığı İtalya’da serpilen, gelişen komünist partisinin 1948, 1953, 1958 yıllarındaki seçimlerde başarılı olmasını engellemek için Amerika ile yapmış olduğu işbirliği henüz belleklerde tazedir. Amerika, İtalya’da komünist partisinin yüzde 33 gibi bir oy potansiyeline ulaştığı zamanlarda dışişleri bakanı Kissinger aracılığıyla ağırlığını koyup söz konusu partinin iktidara gelemeyeceğini söylemiştir. Başbakan Aldo Moro’nun, Kızıl Tugaylar tarafından öldürülmesi bir rastlantı olabilir mi? Moro Komünist Partisi ile Hıristiyan Demokrat Partisi’nin bir ittifakını benimsemişti.

 

Ortak düşman 

Vatikan ve ABD ortak düşman olarak gördükleri komünizme karşı birbirlerini büyükelçi düzeyinde o zamana dek tanımamış olmalarına karşın bir araya gelmeyi ve ortak savaşım vermeyi bilmişlerdir. Aynı savaşım laik cepheye karşı da olmuştur. Bu savaşım ilk zamanlarda dişe dokunur bir savaşım değildir ve olamazdı da… Ama zaman içinde ve özellikle daha sonra, göreceğimiz gibi, açık ve net olarak önümüze serilmiştir. Bugün dünyanın dine ve dinci eğilimlere, dahası, şeriata kaymasının özünde Vatikan’ın bu bitmez tükenmez siyasal ihtirası vardır. Ardından, başlarda din ve din işleri konusunda tarafsızlığını korumaya çalışan ve bu nedenle Vatikan’la ilişkilerinde ikircikli olan ABD’nin daha sonraları bu savaşımında Vatikan’a destek olması yatar. Daha sonra ayrıntılı olarak incelemeye çalışacağımız Papa’nın, Amerika’ya; Bush’un Avrupa’ya bu son gezileri bu konuda ortaya koymuş oldukları işbirliğinin göstergesidir. Gerçekte komünizme karşı vermek istedikleri savaşım, aynı zamanda, bir kez daha yinelemekte yarar var, dünyanın laik anlayışına ve laikliği savunan kuramcı kişilerine ve kitlelerine karşı vermek istedikleri bir savaştır. İtalya’da Vatikan’ı frenleyen tek engel komünist partisiydi ki onu da Vatikan, Berlusconi ile birlikte bu son seçimde meclise sokmamayı başardı. Komünist partisinin tarihinde bir ilktir.

ABD-Vatikan ilişkilerinde şöyle bir geriye döndüğümüzde ABD’nin, kurulur kurulmaz Vatikan’la dirsek temasına geçmek istenildiği gerçeği görmezden gelinemez. Yukarıda sözünü ettiğimiz kitabın sunu yazısını yazan inançlı Katolik Giulio Andreotti ki kırk yıl boyunca İtalyan siyasal yaşamında ya başbakan ya da dışişleri bakanı olarak söz sahibi olmuş ve “Temiz Eller” operasyonu kapsamında uzun süre sorgulandıktan sonra yaşam boyu senatörlük göreviyle ödüllendirilmiş ve şu anda senatör olarak görev yapmaktadır. Daha 1788’de George Washington’un, Papa VI Pio’ya, Benjamin Franklin aracılığıyla ABD’de Vatikan’ı temsil edecek bir piskopos görevlendirmesi için hiçbir izne gerek olmadığını bildirdiğini, yazar. Vatikan, bir Cizvit papazı olan John Carroll’u Amerika’da ilk Katolik piskopos olarak görevlendirmiştir. Böyle olmuştur ama Vatikan, kendi topraklarında görev yapan bir Amerikalı büyükelçiyi ancak iki yüz yıl sonra görebilmiştir. Çok zaman beklenilmiş ama iyi ve köklü bir ilişki kurulmuştur. İlk Amerika Büyükelçisi William A. Wilson 1984’de güven mektubunu Papa II. Paolo’ya sunduğu zaman yaptığı konuşmada “Cumhuriyetimizin üzerinde kurulduğu ve ulusal siyasamıza rehberlik eden ilkeler Vatikan’ın ilkelerine koşut ilkelerdir”(3) demiş.

1848’lerde ABD’nin ilişkiler konusunda ayak sürümesi Vatikan’ın yeni yeni öneriler getirmesine neden olur. Bunlar arasında tecim ilişkisi düşüncesinin de adı geçer. Ne ki Amerika Senatosu o denli kararlıdır ki kimseyi göndermemekte, ticaret ataşeliğine ödenek bağlamaz. Senator Andrew Butler’in konuşması ilginçtir: “Bizim hükümetimiz öyle bir hükümettir ki dine ilişkin hiçbir yasa çıkarmaya izin vermez. Ben dolaylı yoldan dinsel nedenlerle yapılacak olan bir misyona destek vermek istemem”.(4) Bu karşı duruşa rağmen yasa 1848’de onaylanır ve başkan Polk, Jacop L. Martin’i “ticaret ataşesi” olarak Vatikan’a yollar. 1849’da ilk kez bir Papa Amerikan topraklarına ayak basar. İki Sicilya Krallığı’nın kralı II. Ferdinando ve kraliçesi Amerikan gemisinde ağırlanır. O zamanki Amerikalı ataşe Papa’yı da bu davete çağırır. İlginç bir buluşmadır. İtalyan Birliği’nin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde iki hükümdarın da aynı kaygıları taşıdığı söylenebilir. Ne ki Amerikan’ın bu konuya bulaşmamak için gösterdiği gayret yönünde ataşe Gwin uyarılmış olmasına karşın bu iki konuğu gemide ağırlayınca divanı harpte yargılanır, infaz aşamasına gelmeden ataşe Gwin beyin kanamasından ölür.

 

Dipnotlar:

1- Jim Nicholson, “30 Giorni”,mensile internazionale, 29.07.2008, s. 23

2- Aynı yer, s. 19

3- Aynı yer,s.32

4- Aynı yer,s.5

 

(ABD-Vatikan ilişkileri, Prof. Dr. Necdet ADABAĞ)

[email protected]


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler