Cinsellik ve Toplumumuz

Yayınlanma: 04.12.2008 - 06:58
Abone Ol google-news

Evrim sürecinde en ilkel tek hücreli canlılarda çoğalma, bugün de örnekleri olduğu gibi, hücrelerin bölünmesi yoluyla gereçekleşmekteydi. Doğa ve biyoloji bilimlerine göre cinsel farklılaşmanın oluşumu ve cinsel olarak farklı iki hücrenin birleşerek gen aktarımıyla yeni kuşakların üremesi, günümüzden yedi yüz milyon yıl öncesi kadar eski bir dönemde gerçekleşmiştir. Karşıt cinslerin genetik etkileşimi (Genotip) ve bulunulan ortamın etkileriyle oluşan değişimler (Fenotip), sonraki kuşaklardaki mutasyonlara ivme kazandırarak yönlendirip, günümüze kadar ulaşan evrimsel zinciri oluşturmuştur. Doğada türün sürekliliği bireyin varlığından daha çok önem taşıdığından, doğurganlığı nedeniyle asıl üretim kaynağı olan dişi cins, yaşam süresi ve hastalıklara direnç yönünden erkek cinse oranla üstün niteliklerle güçlendirilmiştir. İnsan soyunu da içermek üzere pek çok canlı türünde bu gerçek bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Sosyo-antropolojik incelemelere göre de, Tarım Devriminden önce, anaerkil bir düzenin sürdürüldüğü uzunca bir dönemin yaşandığı bilinmektedir.

Yerleşik düzene geçilmesi sosyal yapıyı etkileyerek, birçok yeni kavramın yanında, kölelik ve mülkiyet olgularını da geliştirmiş, kadının toplumsal etkinliğini giderek azaltmıştır. Özellikle mülkiyete sahip olan erkeğin mirasçılarının belirlenmesi için ailede erkeğin etkinliği öne çıkmış, ataerkil aile tipi yaygınlaşmıştır. Örneğin, Grek-Roma kültüründe kadın için kullanılan Famulussözcüğü aynı zamanda evcil köle anlamına gelmekteydi. Bugün de birçok dilde aile karşılığı olarak kullanılan Familiasözcüğüyse aynı sözcüğün çoğulu olup, evcil kölelerin tümü anlamını taşıdığı için o kültürlerde kadına biçilen değerin ölçütü olarak da algılanmalıdır.

Kadının toplumda güçsüzleşmesi ve giderek erkek için üretim aracı olarak algılanmasında tek tanrılı dinlerin kadını erkeğe göre ikinci derecede görmesi ve suçlaması da etkin olmuştur. Havvanın yasak meyveyi Ademe yedirerek ilk günahı (peccatum originale) işlemesi ve cennetten kovulmalarına sebep olması, kadınların semavi dinlerce suçlanmalarının ana kaynağıdır. Engizisyon döneminde sapkınlıkla suçlanıp çoğu zaman yakılarak cezalandırılanların tümüne yakınının kadınlar olması da bu nedenledir. Bertrand Russelin Din ve Bilimadlı yapıtında yazdığına göre, sadece 1450 ile 1550 yılları arasında, yalnız Almanyada yüz bin kadın sapkınlıkla suçlanarak öldürülmüştür.

Endüstri devrimi işgücüne gereksinimi arttırarak kadınların, sömürülerek de olsa, çalışma ortamına karışmalarını sağlamış, giderek kadınların ekonomiye katkılarının ve bireysel önemlerinin artmasına yol açmıştır. Böylece ekonomik önem kazanan kadınlar, Batı toplumlarında sosyal örgütlenmelerde yer alarak görece daha özgür ve hakları için uğraş verebilecek bilinç düzeyine ulaşmışlardır. Toplumsal hak ve görevler yönünden erkeklerle hemen hemen aynı düzeyde olan Batı toplumu kadınları bugünkü durumlarını uzun yıllar süren ve hayatlarını da ortaya koydukları çabalar sonunda elde etmişlerdir. Çalışma hayatının yakın tarihi bu çabaların öyküleriyle doludur.

Endüstri Devrimiaşmasını yaşamayan toplumların çoğundaysa, kadın sadece çocuk üreten, toplumsal yaşamda yeri olmayan bir cinsel kullanım ve sömürü aracı olmanın ötesine geçememiştir. Bu tür toplumların çoğunda bugün bile kadınlar, nüfusa kaydedilmeyen, yakın zamanlara kadar sayımlarda önemsenmeyen, kişilik ve ekonomik güçten yoksun, bütün güvencesi erkeklerin insafıyla sınırlı olan bir yaşantıyı sürdürmeye çalışmaktalar. Mustafa Kemal Atatürkün kurduğu Laik Cumhuriyetin devrim döneminin yasalarıyla ülkemizde kadınlar erkeklerle aynı sosyal ve ekonomik haklara sahip kılınmış, kadınların yalnızca cinsel bir varlık olarak algılanması ve sömürülmesi engellenmek istenilmiştir. Halkevleri ve Köy Enstitüleri, toplumun, yasalara konulan bu hakların korunması ve kullanılabilmesi bilincine eriştirilmesi için açılan kurumlardı.

Ekonomik ve sosyal olarak kalkınmış, bilinçli bireylerden oluşacak toplumların sömürülemeyeceğini bilen dış güçler ve onların tutucu işbirlikçilerinin ilk hedeflerinin Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin ortadan kaldırılması bu nedenlere dayanmaktadır. Sözde demokrasiye geçilen 1946 seçimlerinden beri uygulanan yozlaştırılmış eğitim sistemi gibi, çocuk yaşta hurafe ve korkuyla genç beyinleri koşullandıran kaçak kurslar da hep aynı amaca yöneliktir. Buralarda uygulanan eğitimle kız çocuklarına öbür dünya ödüllendirilmeleri vaat edilerek toplumdan dışlanmaları sağlanmakta, dış görünümleri ne kadar çirkinleşirse o kadar dindar olacakları kabullendirilmeye çalışılmaktadır. Gene aynı türde eğitimle erkeklere, kadınların erkeklerin her türlü isteklerini yerine getirmek üzere yaratıldıkları anlatılmakta, bu nedenle de zaman zaman sapkınlığa varan cinsel saldırganlıklar olağan karşılanmakta daha tehlikelisi, giderek genişleyen bir çevrede görmezlikten gelinmektedir.

Sorunların çözümü için yeni kuşakların, çocukluktan başlayarak çağdaş ve bilimsel eğitimle yetişmelerinin sağlanması ilk koşuldur. Ayrıca özellikle kadınların, Laik Cumhuriyetin kendilerine kazandırdığı, cinsiyet ayırımcılığına yer vermeyen eşitlikçi haklarını yılmadan, tüm güçleriyle savunmaları gerekmektedir. Mustafa Kemal Atatürkün ülkemiz kadınlarına sağladığı hakların korunması tüm devrimcilerin görevidir. Bu görevi gerçekleştirmek için özellikle ülkemiz kadınlarının yasal örgütlenmelerle güçlenerek etkinlikte bulunmaları zorunlu hale gelmiştir. Birçok ülke kadınlarının özlemini çektiği ve uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları hakları kendilerine sağlayan Mustafa Kemal Atatürkü, sevmediğini söyleyecek kadar bilinçsiz bireylerin yetişmiş olması uygulanan eğitimin düzeyinin en somut göstergesidir. Bu nedenle eğitim sisteminin, bugün sadece sirklerde kullanılan deyimler olan Talim ve Terbiyedüzeyinden kurtarılarak hurafe ve dogmalardan arındırılmış, çağdaş, bilimsel eğitim düzeyine eriştirilmesi en öncelikli amaç olmalıdır.(Prof. Dr. Abidin Kumbasar)


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler