İsmet İnönü'yü Anarken...

Yayınlanma: 25.12.2008 - 06:52
Abone Ol google-news

“En cömert sözlerle övülmüş ve en ağır yergilere hedef olmuş sade bir insan” portresi, İnönü’nün kendisini tanımlamasıdır. Anadolu İhtilâli’nin, Cumhuriyet ve devrimle bütünleşen çizgisinde ağırlıkla yer eden İsmet İnönü, çok partili siyasal süreç açısından da değerlendirilecek bir kişiliktir. “Türk’ün makûs talihini yenen” Lozan yapıcısının, dünya siyasal sahnesinde yer eden bir devletin kurucularından olduğu tarihsel gerçektir. “Bir diktatör konumundan demokrasiye geçişin eşsiz onuru” da İnönü’nün, ülke ve dünya kamu yönetimleri açısından yorumlanan siyasal işlevidir (*)

Nesnellik: Tarihin akışında doğmuş her olay, nesnel ölçütlerde ele alınırsa sosyolojik bilimsellik taşır. Kurtuluş Savaşı sürecinde emperyalist dünya öylesine bir güç içindeydi ki, Asya-Afrika halklarının sömürge olmaktan ötede varlıkları yoktu. İstanbul yönetimi de emperyalizme bağımlı siyasetin ardına mevzilenmişti. İşte bu kötü gerçek, Anadolu’daki şanlı kalkışma direnciyle kırıldı. Kurtuluş umudunun ilk utkuları olan İnönü savaşları kazanılmasıydı, bağımsızlık yolunda onarılması güç felaketler yaşanırdı. Atatürk’ün; “İnönü meydanında yalnız düşmanın değil, ulusun ters dönmüş şansının da yenildiğini” dile getiren ünlü kutlamasıyla, Nâzım Hikmet’in; “Muharebe beş gün beş gece sürdü/Kan gövdeyi götürdü” diyerek şiirleştirdiği utku, tarihin seyrine doğrudan müdahaledir. Yıllar sonra İnönü savaşları, yurt ve ulus düşmanlarınca küçültülmeye çalışılacaktı. Ama o tarihleri içeren ve emperyalistlerce bizzat tutulan resmi arşivlerle birlikte “batı” basını, İnönü savaşlarının önemini genişlikle kaydedecekti. “Sakarya” ve “Dumlupınar” utkuları da yine içerideki “hıyanet erbabınca” yapılan aynı küçümsemeden paylarını alacaklardı. Ama “mazlum uluslar” görkemli sonuçları algılayabilecekler ve emperyalizm de yenilmezliğini yitirecekti.

“Misli görülmemiş bir başarı” nitelemesiyle Atatürk, Lozan Antlaşması’na ilişkin gereken değer ölçütünü gösterirken, yine yıllar sonra bu ülkenin Sevr’cileri ortaya çıkarak; “Zafer mi hezimet mi?” tartışmasını yaratmaktan çekinmeyeceklerdi. Çünkü onlar, Lozan’ı imzalamaktan kaçınan ABD ile “Sevr’in daha iyi olduğunu” öne süren AB’nin günümüzdeki yeni “muhipleri” rolünü üstleneceklerdi.

Çetin zorluk ve yokluklarla elde edilerek ülke ve ulusa sonsuz onurlar getirmiş kazanımları nesnel ölçütlere dayandırmak, mantık açısından zorunluluktur. Antiemperyalist bir karşı koymaya öncülük eden; Atatürk, İnönü ve arkadaşlarının tarihsel yerleri, takdirle anımsanma olmalıdır. Gerçek böylesine tutum gerektirirken, Cumhuriyeti kuran devrimci önder kadroyu, sadece; “tek parti, tek şef yönetimi” nitelemesine tutsak etmek, değerbilmezliktir. 1925, l930 ve l945 yıllarında “Şef’lerin” önderlik ettikleri demokratik atılımları bir kenara iterek, olayları kendi koşullarında değerlendirme gerçeğini hiçe saymaktır.

Ayrıca; içteki karşıdevrimci kaosun dışla bağlarını bile görmezlikten gelmek, rejimin kendi varlığını korumak için geçmiş tarihsel süreç içinde uyguladığı savunma hakkını da yadsımaktır. Maurice Duverger’in bu dönem hakkındaki saptama ve yargıları, karalayıcıların herhalde okudukları bir bilgi kaynağı olmasa gerektir. Duverger: “Parti içi demokrasiden” konu açtıktan sonra; “Totaliter bir yapıdan uzak ve çok partili yaşama geçmek için sürekli fırsat arayan” Türkiye’deki “mahçup tek parti” olayını anlatmakta ve dünyadaki örneksemelere geçmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası: “Bizim tek noksanımız, çok partili siyasal rejimdir” diyen İnönü’nün, bu süreçte yanılgıları vardır. İlki, Cumhuriyet ve devrime sahip çıkacak, safsatalardan arınmış bir toplumsal yapının var olduğunu sanmasıdır. Ama l950’de iktidar olanlar, öncelikle İnönü’nün çıkarmak istediği toprak reformuna muhalefet edenlerdir. Onları iktidar yapanlar da az topraklı veya topraksız kitlelerdir.“Hurafelerin” geçer akçe olduğu, din ve vicdan özgürlüğünün en yalın şekilde saptırıldığı, uyduculukta mütareke dönemlerine yaklaşılacak bir geleceği, İnönü kendi deyişiyle; “Tahmin ve tasavvur dahi” edememiştir. İkinci yanılgı, emperyalizme birlikte karşı çıktığımız kuzey komşumuzun “üs” ve “toprak” istediği savına inanmaktır.

Bu gerçek dışı propaganda, ABD cenahını “cankurtaran” olarak göstermiş, Türkiye yalan rüzgârı eşliğinde Batı’ya yönelmiştir. ABD’nin Karadeniz’e karşı İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen günlerdeki yayılma istemi, SSCB’nin tepki ve Türkiye’yi uyarmasını içeren davranışıyla birlikte, saptırmalara dönüştürülmüştür. İnönü ve Türk halkı, Moskova Büyükelçisi Sarper ve merkezdeki Erkin’in elleriyle yanıltılmıştır.

Erkin’in, İnönü’nün son başbakanlığındaki hükümette yer aldıktan sonra görevi biter bitmez, karşıt bir siyasal partiye geçmesi de uzun süre tartışılmıştır.

Çok partili yaşamda; başına taşlar atılan, linç edilmek istenilen ve hakaretlerle karşılaşan İnönü, Atatürk’e saldıramayan Cumhuriyet ve devrim düşmanlarının da güncel hınç hedefidir. Ama 27 Mayıs döneminde olduğu gibi insani jestler hep İnönü kaynaklı olmuştur. Hukuk cinayeti olan “Deniz Gezmiş” olayındaki tek doğru tavır yine İnönü’ye aittir.

Sonuç: İsmet İnönü; “Olayları sürekli bir mantık süzgecinden geçirdikten sonra yolunu çizer” (**). İnönü; “Namusluları en az namussuzlar kadar cesaret sahibi olmaya” çağırır. İnönü; “Varsın inkârlar dönemi üzerimde yaşansın” diyerek dayanır. İnönü; “Yeni bir dünya kurulur, o dünyada Türkiye yerini alır” yaklaşımıyla emperyalizme meydan okuduktan sonra siyasal komplolara ve suikastlara maruz kalır. “Toprak işleyenindir” düşüncesinden tutunuz da; “Serbest ekonomik düzenin, halkçı-devletçi yapıya tercih edildiğini gördükçe, halk hesabına şaşıyorum” tutumuna değin, planlı kalkınma taraftarı, toplumcu bir devlet adamıdır. Ve nihayet İnönü, Atatürk’ün deyişiyle; “Büyük işlerin failidir”. (Ertuğrul Kazancı Eğitimci-Hukukçu)


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler