Almanya'nın liderlik çekingenliği

Almanya, ekonomik krizi kendi içinde çözmeye çalışıyor. Merkel döneminde dış politikasını uluslararası sorunlarda aktifleştirmek yerine kendi ihtiyaçları doğrultusunda oluşturuyor. Bu unsurlar Almanya'nın liderlik etme konusundaki çekingenliğini de ortaya koyuyor.

Yayınlanma: 02.02.2009 - 15:48
Abone Ol google-news

Fransız Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy döneminde Fransız dış politikasının daha yüksek bir profil izlemesi, dünya siyaset arenasında magazinsel olduğu kadar ihtiraslı tutuma bürünmesine karşılık Almanya’nın kendini adeta geri plana çekmesi Avrupa’nın siyasal dengelerindeki en önemli ve dikkatlerden kaçmayan değişimler arasında. Almanya’nın bu farklı politik yaklaşımını ve pasifliğini, dış politikasının farklı çizgilerinde de görmek olası. Almanya’nın, kendinden beklendiği halde, küresel düzeyde baş gösteren ekonomik krizde, bir anlamda AB ülkelerine adeta ihanet ederek krize karşı alınacak müşterek önlemler programına ön ayak olmaması ve sadece kendi sorununu çözmeye odaklanması da politik değişimin bir parçası olarak algılanıyor.

Halbuki Merkel’in Şansölyesi olduğu Almanya, AB’nin öteki üyelerinin gıpta ettikleri mali ve ekonomik olanaklara sahip. Çok yüksek kalkınma hızına sahip olmamakla beraber istikrarlı süreç arz eden ekonomisi çeşitli mali sorunlarla uğraşan AB ülkeleri arasında özel bir hayranlık ve hatta kıskançlık yaratmakta. Çünkü devlet bütçesi denge arz ediyor, ipotekli ev ve sanayi ile ticari kredilerde kayda değer bir fiyasko olmamış ve tasarruf oranı da özellikle ABD’ye örnek olacak şekilde çok yüksek (yüzde 11). Bütün bunları bir şekilde Merkel kabinesinin başarı hanesine yazmak mümkün. Ancak Merkel’in bu başarısının Eylül 2009’da yapılacak genel seçimlere ne ölçüde yansıyacağı ise bu noktada Bayan Şansölye’nin özel çaba ve becerisine bağlı. Merkel’in bu başarıyı, Avrupa çapında bir maharetle, kendini liderlik anlamında en büyük rakibi Fransa ve İngiltere liderlerinin önüne çıkarmakta kullanıp kullanamayacağı ise meçhul. Bütün bu noktalar Almanya’nın, belki de ülke açısından doğru bir stratejiyle öngörülen Avrupa Birleşik Devletleri çizgi ve amacından uzaklaştığını gösterebilir.

Almanya'nın önceliği

Almanya’nın, AB ülkelerinin özellikle ekonomik krizde kendisinden beklenen lider rolünü şimdilik ciddiye almayan bir çizgiyi seçmiş olduğunu da söylemek olası. Bu bağlamda her halde bencil bir yaklaşımla önce kendi ekonomik krizini düşünen ve bütçesini zorlamadan kendi sorunlarını çözmek isteyen Almanya’nın, AB ülkelerinin beklediği mali yardıma yanaşmadığı da düşünülebilir. Ne var ki liderlik, doğal olarak özveri ve mali yükümlülük getirir. Birçok Avrupalı siyasi ise Almanya’nın adeta bir çeşit izolasyona girmek yerine eski patronluk politikasına dönmesinin zorunluluk olduğunu dile getiriyor. Bu konuda Almanya’nın Avrupa ülkelerine bir vefa borcundan bahisle, Avrupa’nın lokomotifi olan bu ülkenin dünya ihracat şampiyonu olmasının nedeninin Çin’e yaptığı ihracat değil de, bilakis bütün Avrupa’yı bir iç pazar olarak kullanması olduğu dile getiriliyor. İşte bu bakımdan da Almanya’nın ekonomik kriz mücadelesinde bir plan dahilinde ve Avrupa ülkelerine olan vefa borcunun karşılığı bir yükümlülükmüş gibi yaklaşarak hareket etmesinin doğru olacağı da vurgulanıyor.

Almanya ise hazırlanması gereken ikinci bir ekonomik konjonktür paketi konusunda bile işi ağırdan alıyor. Şansölye Merkel’in başka konularda olduğu gibi bu hususta da yavaşlığı göze çarpıyor. Ancak bu konuda Obama’nın atacağı adımları beklediği gibi bir bahanesi de savunma için hazır.

Alman dış politikasını önde gelen öteki AB ülkelerinden ayıran bir başka husus ise Lizbon Anlaşması konusu. AB’nin işleyişini düzenlemek için uzun çalışmalar sonucu hazırlanan Lizbon Anlaşması’nın İrlandalı seçmenlerce reddedilmesi ve Çek Cumhuriyeti’nin de bunu onaylamayabileceğinin ortaya çıkması özellikle Almanları rahatsız etmiş. Genelde mali ve siyasi konularda önde olmak istemeyen Almanların, Lizbon Anlaşması’nın hayata geçirilmesi için bu iki ülkeye baskı yapmaları da dikkat çekici bir husus. Hatta bu baskının koyu Katolik olan İrlandalıları din yoluyla etkileme boyutlarına geldiğini ve Almanların İrlandalı piskoposları, halkı ikna ve Lizbon Anlaşması’nı kabulleri yönünde oy kullanmaya çağırmaya davet ettikleri de söyleniyor.

Almanya'nın Rusya politikası

Almanların AB dışındaki kendi çıkarlarına dönük yaklaşımlarından bir başkası ise, Rusya politikaları. Özellikle enerji alanındaki işbirliği ve çalışmalar Almanya’yı Rusya’nın bir numaralı ticaret ortağı haline getirdi. İlişkilerin sıcaklığı Rusya’nın Gürcistan Savaşı’nda bile soğumadı. Hatta Almanya, Rusya ile olan ilişkilerini ön planda tutarak Gürcistan ve Ukrayna’nın, ABD ve Doğu Avrupa ülkelerinin, Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya alınmaları teklifinin hızlandırılması teklifinin reddedilmesine neden oldu.

Almanya’nın Rusya ile ilişkilerinin yoğunluğunun geldiği önemli bir diğer nokta da, Rusya ile önemli proje ve ilişki gerçekleştirmek isteyecek hiçbir Batılı ülkenin bunu Almanya’nın yardımı ve onayı olmadan halledemeyeceği gerçeği. Hatta Rusya ile ilişkilerde bu ülkenin çıkarlarını koruyan bir tutum takınan Almanya’nın yeri geldiğinde, sakinleştirici yöntemler kullanarak, Rusya’nın İskender füzelerinin Kaliningrad’a yerleştirilmesi gibi sert çıkışlarını önlediği de biliniyor.

Rusya ile ilişkileri ön planda tutan Alman hükümetinin AB içinde ise özellikle Sarkozy ile geçinemeyen bir çizgide olduğu gözlemleniyor. Fransa ve liderleri ile olan sıkıntılar esasen her zaman Almanya için sorun teşkil etti. Bugün ise zaman zaman ve hatta Merkel’in olayı duygusal ve kişisel yaklaşım içeren boyutlarla ele aldığı bile söylenebilir.

Fransa ve ötekiler

Almanya’nın Avrupa’daki ezeli rakibi Fransa’nın çok çeşitli ekonomik ve sosyal sorunları olmasına karşın, Merkel’in tersine son derece becerikli, esnek ve atak dış politika izlemeye çalışan Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’nin ise konu Merkel ve Alman dış politikası olunca ayrıca ele alınması gerekir. Çünkü Sarkozy dünyanın hemen her yerinde baş gösteren sorunlarda net ve kararlı davranışlarla puan toplayarak Fransız Dış Politikasını, Almanya’nın önüne geçirmeyi başarmıştır. Bunu Gürcistan Savaşında, Kolombiyalı Devrimci Silahlı Cephe FARC’ın 6 yıl rehin tuttuğu eski cumhurbaşkanı adayı Ingrid Betancourt’un serbest bırakılmasında, Gazze konusundaki arabuluculuk rolünde, Avrupa’nın ekonomik kriz ile mücadelesinde ortaya koymuş, Fransa’nın Libya ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini düzeltmiş ve Akdeniz’de Fransa’nın etkinliğini arttırma çabalarıyla da kanıtlamıştır. Bu bağlamda Almanya’ya karşı çok daha aktif bir dış politika izleyen Fransa’nın 2009’da NATO’nun askeri kanadına dönme çabasında başarı gösterip gösteremeyeceği ve Türkiye’nin başta sözde Ermeni Soykırımı olmak üzere çok çeşitli konuda ihtilaflı olduğu Fransa’ya bu olanağı tanıyıp tanımayacağı da ayrıca ele alınması gereken ve ulusal çıkarlarımızla doğrudan ilgili bir konudur.

İngiltere ile olan ilişkilerinde de özellikle Alman yöneticilerinin İngilizleri mali konularda ve katma değer vergisinin düşürülmesinin pratik faydası hususunda sorgulayarak eleştirmeleri göze çarpıyor. Bu eleştirilerin İngilizleri müthiş rahatsız etmiş olduğu biliniyor. Yine ekonomik krizle ilgili Alman Maliye Bakanı Peer Steinbrück’ün İngiliz meslektaşlarına yönelttiği sorgulamanın yanı sıra, ekonomik krizi yalnızca ABD’nin bir sorunu olarak ele alması ve bir bakıma Almanya’nın ekonomik açıdan kırılganlığının olmadığını ilan etmesi konulara egoist bir yaklaşım sergilemekte. Bu husus ise Almanların hemen her konuda bencil ve etrafı küçümseyen katı milliyetçi bir yaklaşıma hazır olduklarının bir delili.

Almanya’nın bir yandan CDU/CSU gibi Hıristiyan Demokrat, öte yandan SPD gibi Sosyal Demokrat ve her biri çok iddialı, her devirde iktidara talip olmuş iki partili bir koalisyon ile yönetilmesi ise özellikle ortaya çıkan dış politikasının zig zag ve kararsızlığını da göstermekte. Bir yandan Hıristiyan Demokratların ABD’ye sıcak yaklaşım çabalarına karşı Sosyal Demokratların bu konudaki tereddütleri ve yine Rusya politikasında bu iki partinin zaman zaman ters düşmeleri buna birer örnek oluşturur. Alman Dış Politikası’nın AB ile ilişkilerinin yanı sıra öteki önemli ve güncel sorunuysa, temelde geçmişte ciddi bir Amerikan etkisi altında kalmış olan Almanya’nın hala bir Fransa ve İngiltere benzeri dış politika çizgisi üretememiş olması. Fransa’nın dünya politikasının koordinatları, ilgi alanları kesin çizgilerle belirlenmiş ve İngiltere’nin de aynı şekilde özellikle Ortadoğu ve ABD ile ilişkileri belli iken Almanya’nın bu konularda tutarlı bir çizgisinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu husus Almanya’nın özellikle İsrail ve Arap ülkeleri ile ilişkili politikasındaki çelişkiler ve soru işaretleri ile karşımıza çıkar. Yani Almanya geçmişten bu yana gözünü hep Ortadoğu’ya dikmiş iken bu bölge konusunda hiçbir zaman başarılı olamamıştır. Yine Almanya’nın dış politika açısından çok önem verdiği Balkanlar’da temelli bir politika sağlayamamış olması ve bu bölgeyi giderek ABD’ye teslim eder bir görüntü çizmesi de önemlidir.

Bu durumda Almanya’nın dış politikasında bencil bir yaklaşımla ihmal etmeye başladığı ve halbuki temelde çok daha güçlü olduğu Avrupa’yı baştan ele alma gereği ortadadır.

Yeni güçlerle ilişkiler

Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya ve Güney Kore gibi geleceğin yeni ve büyük ekonomik güçlerinin ağır ağır dünya sahnesine çıkmakta oldukları ve bunların süreç içinde dünya ekonomik ve hatta siyasal dengelerini değiştireceği açıktır. Bu bağlamda da bilhassa Çin, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin geleceğin ekonomik güçleri olarak dünya ticaretinin ağırlık merkezini Asya’ya kaydıracakları da ortadadır. ABD’ye karşı siyasal ve ekonomik bir güç ve rakip olarak 1960’lı yıllarda sahneye çıkan AB’nin başarı oranı belli noktalarla sınırlı kaldı. AB ülkelerinin Euro gibi bir para birimini yaratarak başarılı bir şekilde finansal ve ekonomik riski dağıttıkları son krizde ortaya çıkmıştır. Yine Airbus gibi bir müşterek kuruluşla ABD’ye rakip oldukları hususu da başarılarının bir başka göstergesidir. Ancak bu başarılarını öngörüldüğü şekilde ve özellikle iletişim teknolojileri ve petrokimya alanları dahil sanayi ve finansman alanlarının başka bölümlerine aktaramamaları ise bir başarısızlıktır.

Almanya’nın liderlik konusunda çekingenliği ve sorunlarını kendi başına çözme yaklaşımı ile Fransa ve İngiltere gibi öteki önemli AB ülkeleri arasındaki işbirliğinin eksikliği gelecekte AB’nin zayıflamasına neden olacaktır. Bunun sonucunda ise ABD’nin, özellikle statik ve emperyalist çizgiden uzaklaşıp pragmatik yaklaşımla ülkesini yönetmesi beklenen seçilmiş yeni Başkanı Obama ile gözünü güç kaybına uğrayan AB’den uzaklaştırıp, Güney Asya ülkelerine dikmesi ve bu ülkeler ile daha önemli işbirliğine girişmesi gibi bir durum ortaya çıkacaktır.

Sonuç olarak Transatlantik ilişkilerde bir tarafta güç yitiren, sorunlarını bencil ve bireysel yaklaşımlarla çözmek isteyen, birbirinden kopan, uzaklaşan AB ülkeleri, öte yandan da yeni seçilmiş Başkan’ın yarattığı “iyimser” hava ile toparlanma ve bütünleşme çabasındaki Amerika bulunuyor. Bu aktörlerin yeni siyasal çerçevedeki konumlanması ve durumu böyleyken Türkiye’nin de gelecek tasarımlarında değişen dengeleri dikkate alması gerekecektir.

Türkiye, bütünleşme ve güçlenmeden ziyade, sorunlarını bireysel düzeyde ele alan ve Türkiye’ye karşı dostane davranışlar beslemediği açık, geleceği belirsiz bu örgüt ile ilişkilerini behemehal yeniden gözden geçirmelidir. ABD gibi bir küresel güç gözünü Asya’ya dikmiş AB’den vazgeçmek üzereyken, bizim Avrasya Coğrafyasına boş verip hala iç politika uğruna zaman zaman AB’ye referans yapmamız açıkçası bir lükstür.

 

Ali KÜLEBİ /  TUSAM Ulusal Güvenlik Stratejileri

Araştırma Merkezi Başkanvekili

[email protected]


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler