'Geleneği tekrardan sanat doğmaz'

Hüsamettin Koçan’ın Kibele’deki ‘41 Adım’ sergisi mart sonuna kadar izlenebilecek

Yayınlanma: 27.02.2013 - 09:02
Abone Ol google-news

Hüsamettin Koçan’ın İş Sanat Kibele Galerisi’nde açılan “41 Adım” adlı retrospektif sergisi sanatçının “Fasiküller”, “Körler İçin Resimler” ve “Yüz Göz Resimleri” gibi farklı dönemlerinden örnekleri ve resimlerindeki figür anlayışının üçüncü boyuta nasıl yansıdığını görmeye olanak tanıyan heykellerini bir araya getiriyor. Sanatçı kimliğinin yanı sıra akademisyenliği ve Bayburt’ta kurduğu Baksı Çağdaş Sanat Müzesi ile çok yönlü bir duruş sergileyen Hüsamettin Koçan’ın bu kapsamlı sergisi 30 Mart’a kadar izlenebilecek.

-Bu sergideki yapıtlarınız ve onları besleyen kaynaklar hakkında ne söyleyeceksiniz?
Sanatta yeterlilik tezimi halk resimleri konusunda yapmıştım. İçinde yaşadığım halkın kilimlerin dışında nasıl bir görsel dil kurduğunu öğrenmek istedim ve kendimi Anadolu’ya daha yakın hissettim, koleksiyonlarım da o dönemde oluştu. 90’lı yıllarda ürettiğim işlerde minyatürün, gölge oyununun ve işlemelerin etkisi vardır. Daha sonra Selçuklu, Osmanlı ve Şamanik birtakım öğeler etkili oldu. Benim figürlerim bir perde önünde yaşarlar, orada kendilerini anlatırlar, arkalarındaki uzay mekân diyebileceğimiz alan karanlık bir boşluk değil, bir çağrışım alanıdır.
Son yaptığım işlerde ise halk resmi daha da ön plana çıktı. Boncuklar, pullar, yaldızlar, oyalar o kitsch malzemenin hepsi resimlerime yerleşti. İlk dönem resimlerim ne kadar akademikse sonrakiler o kadar aykırı malzeme ve davranış üretiyor. Çokça teknik aramışım, bunların geleneksel boyutu var, cam altı resimlerine ilgimden silikon meselesi çıkıyor. Alanya’da tersanede yaptığım işlerde mum, mumyalama meselesi çıkıyor.
Biliyorsunuz Selçuklular sultanlarının ölülerini bozulmasın diye mumyalarlar, bizde ise muskaları mumyalarlar. Selçuklu kültürü ve kendi geleneğimizi birleştirip mumyaladığım tuvallerimin 1996’dan bu yana diri kalmasının sebebi budur. Bu sergide tek tek parçaların birleşmesiyle bütünü gördüm, çok farklı şeyler deneyip savrulmamam, resmimin hep bir omurgası olması beni çok memnun etti. Bu deneysellik ve duygum arasında tutarlı bir ilişki var.
-Bu kadar çeşitli malzemeyi bir arada kullanıyor olabilmeniz Tatbiki’de aldığınız eğitimle de ilgili sanırım, Bauhaus ekolüyle biçimlenen işlevsel, toplumla bütünleşen estetiğe dayalı bu eğitim sizin sanat yaşamınızı nasıl şekillendirdi?
Var olmamdaki en önemli unsurlardan biri köyde doğmuş olmamdır. Orada her çocuğa kaldırabileceği bir sorumluluk verirler. Hayatım boyunca hep bir sorumluluk almış ve bunu başarıyla yerine getirmişimdir. İkinci aşama ise Tatbiki’dir. Okulda genç Alman öğretim üyelerinin bizlerle kurduğu ilişkiler önemliydi. Bize birtakım şeyleri dayatmak yerine deneyselliği öneriyorlardı. Farklı teknikleri önümüze koyuyorlardı ve biz istediğimizi seçiyorduk.
-Bugünlere gelene dek sanat hayatınızda sizi en çok zorlayan mesele neydi?
Benim mezuniyet sonrası hayatım iki aşamalı sürdü. Yaşayabilmek için duvar resimleri, vitraylar yaptım, bir de kendi resimlerimi yapmaya çalıştım. Beni zorlayan zaman içerisinde bu iki kanalın birbirine yönelik bir çatışmaya girmesidir. 80’li yılların sonunda bize çok iyi kazanç sağlayan 3-4 atölyem ve 15-20 çalışanım vardı, anahtarlarımı kardeşime verdim ve her şeyi terk ettim. Eve geldiğimde eşim
“Biz nasıl yaşayacağız” dedi, benim için en zoru buydu. Bir karar verip ikisinden birini seçecektim, atölyeleri feda ettim.
-
Türk resminin geçmişine baktığınızda Nurullah Berk ve Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi isimlerden günümüze kadar uzanan bir süreçte gelenekle bağlantı kurma çabaları, dekoratif olma veya yerel kalma gibi birtakım eleştirileri de beraberinde getirdi, siz de gelenekten beslenen bir sanatçı olarak bu handikabı nasıl aştınız?
Ben gelenekten yararlanırken hiçbir zaman geleneğin tekrarcısı olmadım. Geleneği tekrar ederseniz yaratıcılığı atarsınız, tekrardan sanat doğmaz ve tekrar aslını tüketir. Biliyorsunuz, bir dönem Türk ezgilerini çoksesli müziğe katacak Türk Beşleri ve ona paralel ulusal sanat yaratma çabaları var.
Nurullah Berk de bu konunun teorisyenlerinden ve çıkış yolunu minyatürle diyalog kurmada buluyorlar. Bunlar denenmemiş olsaydı, bugün biz bu kadar rahat eder miydik, onu bilemiyorum.
Bugün bunlar uygulamaya konur mu, hayır. Bizde kültür algısının iki boyutu var, birincisi İslam öncesi referansları gösterir, diğeri de İslamdan sonrasını referans gösterir. Oysa kültürler birbirlerini hiçbir zaman yok etmez. Bizim bugün yaptığımız o yansıyanlardan müteşekkil. Önemli olan bu yansımanın içine çağın duygusunu katmaktır diye düşünüyorum.
- Sanat dünyasında geçen günlerde yaşanan Türk resmi yoktur polemiği üzerine Türk resmi denen şeyin sınırları ne olmalı diye düşündüm demiştiniz, bir resmin veya mimari eserin bize ait olabilmesi için geleneksel verilerinden faydalanmak mı gerekir?
Hayır gerekmiyor. Sanat böyle reçetelerden hoşlanmaz o zaman özgün olmaz fakat sanatçılar kendi tercihlerini kullanabilirler. Bu dünyaya özgün bir söz ilave edebilmişsen o Türk sanatıdır yoksa Türk motifi kullanmakla, geleneği kullanmakla olmaz. Avustralya bütün bienallere aborjin sanatı modelleri koyuyor. Tamamen folklor yapıyorlar bu güdümlü bir şeydir, orada bir yaratıcılık yok. Bizde süreklilik dediğimiz şey aynısını talep etme arzusuyla yola çıkıyor, bu çok yanlış.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler