'Dilde özleşmeye karşıyım'

Yazar Gürsel Korat, roman ve öykü yazmayı temel uğraş olarak seçtiği halde, zaman zaman deneme ve inceleme yazarak da edebiyata başka yönlerden ışık tutuyor. Bunun en son örneği yakın bir zaman önce ortaya çıktı: Dil, Edebiyat ve İletişim adını verdiği son kitabıyla Gürsel Korat, yıllardır üzerinde çalıştığı bir alanın, basının, dilsel ve yapısal boyutta kavramsal bir analizini yapıyor.

Yayınlanma: 21.02.2009 - 22:02
Abone Ol google-news

Yazar Gürsel Korat, ''Dilde sadeleşme' ifadesi bence yanlıştır: Dil karmaşıklaşmalı ve zenginleşmelidir. Ne kadar çok sözcükle düşünürsek o kadar zengin bir ifade gücümüz olur. Hem yeni sözcükler üretmeli hem de eski sözcükleri kullanabilmeliyiz. Öbür türlü "olanak sözcüğünü kullandı, hım demek ki solcu" gibi son derece sığ bir tarihin çocukları olmaya devam ederiz." diyor.  Dilde sadeleşmeyi ulusal gerekçelerle yapmanın "sağlıklı bir yol" olmadığını söyleyen Korat, "falanca sözcük Arapçaysa atalım, yerine öz Türkçesini koyalım tavrının"  dilin yüzyıllar boyu oluşan söz dağarcığına ve çağrışımlarına müdahale anlamı taşıyacağı görüşünde. Korat, "Bugün, röportajı Ruşen Eşref gibi, kişiliklerin tasvirine kadar varan ayrıntılar içinde yapsak olay çıkar! Bu da değişti. Demek ki dil, sürekli değişim demek zaten" dedi.
 

- Basın dilimizin evrimi ile dilimizin evrimi koşut mudur?

GK: Dilbilimci değilim fakat sanki Tanzimat'tan itibaren basın dilinin anlaşılırlığı üzerinde duran siyasi akımlar ve güçler, dilin yapısında önemli ölçüde ayrışma yarattılar. Her biri zaten aynı zamanda birer toplumsal pedagog olan erken dönem edebiyatçıları da böyle bir anlaşılırlık kıvamı tutturarak dili açıklığa kavuşturdular. Bu bir bakıma halkın kullandığı basit dile doğru gidişti, çünkü bu ülkede 1839 yılından itibaren ülkeyi yönetenlerin de yönetime talip olanların da halk nezdinde en çok sahip olmak isteyeceği şey anlaşılır olmaktı. Çeşitli gazeteler, kitaplar, (batı tarzında) piyesler halkın yaşamına yeni yeni girmekteydi ve bunların anlaşılırlığı ölçüsünde alıcı bulduğu bir gerçekti. Ayrıca bir siyasal program etrafında toplananların da aynı dili kullanmaları gerekliliği vardı. Bu nedenle, basın dilimizin evriminde modern edebiyatımızla yaşıt olan gazetecilik tarihimizin payı vardır. Eskiden muharrir (yazar) ve muhabir (haberci) ayrımı vardı. Fakat bu fark basın dilinde yazarlar aleyhine kapandı.
 

- Dilde sadeleşme ve Dil Devrimi?

GK: Dilde sadeleşmenin veya dilde yenilik hareketlerinin tıpkı Tanzimat'ta olduğu gibi kendi oluşum süreçlerine göre gelişmesini daha yararlı bir durum olarak görmekteyim. Dilde sadeleşmeyi ulusal gerekçelerle yapmak bence çok sağlıklı bir yol değil. Yani "falanca sözcük Arapçaysa atalım, yerine öz Türkçesini koyalım" tavrı, dilin yüzyıllar boyu oluşan söz dağarcığına ve çağrışımlarına müdahale eder. Ulusalcılık doğası gereği böyle bir eyleme girişip 1930'larda böyle bir budama hareketi yaptı; fakat her sert kırılmanın bir karşı kırılması da vardır: 1950'den bu yana artık ne Türkçe ezandan söz edilebilir oldu, ne de tarikat diline göre yapılaşmış bazı söylemlerin gücünü ortadan kaldırabilmek. Yani bizatihi 12 Eylül darbesini yapanlar, Atatürk'ün yolundan gittiklerini söyleyerek yüzlerce sözcük tutan yasaklar koydular, TRT'de ve okullarda bunların kullanılmasını yasakladılar. İşte o sözcükler arasında üçü çok dikkat çeker: Özgürlük, Örgüt ve Bilim. Bunun yerine "Hürriyet", "Teşkilat"  ve "İlim" yeğlendi. Fakat çok ilginç değil mi, "Hürriyet" sözcüğünü, "piyasa ekonomisinin teşebbüs ruhu" olarak anlayan bir güruh sahiplendi. Teşkilat, MHP'nin ve tüm faşist partilerin çok sevdiği bir sözcük oldu. İlim de bilim dışında dinsel referanslara dayanan dinciliğin retoriğine işaret etti. "Dilde sadeleşme" ifadesi bence yanlıştır: Dil karmaşıklaşmalı ve zenginleşmelidir. Ne kadar çok sözcükle düşünürsek o kadar zengin bir ifade gücümüz olur. Hem yeni sözcükler üretmeli hem de eski sözcükleri kullanabilmeliyiz. Öbür türlü "olanak sözcüğünü kullandı, hım demek ki solcu" gibi son derece sığ bir tarihin çocukları olmaya devam ederiz.

 

- Kitabınızda basındaki bazı türlerin yok olduğunu belirtiyorsunuz.

GK: Doğal bir süreç bu. Mektup bir edebi bir tür olarak kullanılıyor mu hâlâ? Herhalde o iş bitti. Gezi yazısı, eskilere baktığınızda hayati önemdedir, oysa bugün gezi yazısı gazeteciliğin "gezi" ile bölümlenmiş bir dergi alanının konusudur. Gazetede çok ender görülen bir "renk" sayılır. Fıkra denen şeyi çocuklara hep öğretirler ama bir tür olarak artık onun kaybolduğunu, onun yerine "köşe yazısı"nın geldiğini birileri artık şu okul kitaplarını yazanlara söylese iyi eder. Bugün, röportajı Ruşen Eşref gibi, kişiliklerin tasvirine kadar varan ayrıntılar içinde yapsak olay çıkar! Bu da değişti. Demek ki dil, sürekli değişim demek zaten.
 

- Dilde yozlaşma ne o zaman?

Doğasındaki iyi nitelikleri yitirme ve soysuzlaşma anlamına gelen bu sözcük, bakış biçimine göre değişir. İslamcılar yeni Türkçeyi yozlaşma saydılar, ellili yılların Kemalistleri de dinsel referanslara dayalı dili.Yozlaşma bu değil. Yozlaşma, sığlaşma. Dilin yapısını bozma. İlkelleşme olarak ele alınmalı. Buna internet veya telefon yazışmalarının dili olarak ayrı bir başlık açmak gerek. Kitapta bunları tartışıyorum.

 

- Dil, Edebiyat ve İletişim'in başlıca konularından biri de söylem, söylemin yapısı ve basın dilinde belirlenme yaratan üst söylem. Bu nasıl bir dil sorunu peki?

GK: Temelde ideolojik ve ikonolojik bir dil evreni sözümüzün sınırını çiziyor. Bunu aşmadığımız sürece kendi fikirlerimizle değil, birilerinin fikirleriyle konuşuyoruz. Söylemler, magazinden spora, siyasadan ekonomiye varıncaya kadar birer zihin hapishanesi haline gelmiş olabilir. Bu hapishaneden çıkış sorgulayıcı bir zihinle mümkün. Ben bu bölümde bunu göstermeye çalışıyorum. Çünkü (görsel-işitsel-yazılı) basın diliyle kurduğumuz ilişki, Marx'ın ideolojiyi anlatırken söylediği "ideoloji, kulübede yaşayanların saraydakiler gibi düşünmesidir" ifadesini ister istemez akla getiriyor. Muktedirlerin söz düzeninden kurtulmamız şarttır. Bu taşımak zorunda olmadığımız ama bize zorla yüklenmiş bir kamburdur.

 

- Öteki kavramı?

GK: Dil, millet kavramı ortaya çıkmadan önce de vardı. Yani millet daha doğmadan dili konuşuluyordu! Çünkü siyasal bir kavram olan milletin (ulusun) ortaya çıkabilmesi için etnik ötekilerin "ayıklanması", aynı dilden-dinden olanların bir araya toplanması ve bunların ortak bir siyasi iradeyi benimsemesi gerekir. Bizde bu, bildiğiniz gibi 1908 devriminden sonra ortaya çıktı. Dünyanın en geç uluslaşmış ve kendine 1913'ten itibaren "Türk" demiş olan bu devletin resmi dilinin tarihi, şüphesiz çok eskidir. Demek ki bir dili millet ortaya çıkmadan önce konuşan topluluklar, boylar ve soylar vardır. Böyle olduğu için zaten sırf Hıristiyan oldukları için bazı insanların ötekileştirildiği ama onların yalnızca Türkçe konuştukları gerçeği görmezden gelinir. Orada ölçüt din olmuştur. Öte yandan ölçüt eğer, anadilin ne olduğu konusu olursa bu kez din geri plana düşer ve Türkçe konuşmayan herkes düşman ilan edilebilir. Bu ötekileştirmedir. Böyle bir felaketi başımıza getiren şeyin dil yasakları olduğunu söylemek zorundayım. "Dil ses bayrağıdır" diyenlere katılmıyorum ben. Böyle askeri benzetmeler yerine, ben onlara dilimizi annemizin kucağına benzetmelerini tavsiye ederim. Size kendi dilinizin yasak olduğunu ve ötekileştirildiğinizi bir düşünün: Bu en çok annenizin kucağında işittiğiniz sözlerin incinmesi demektir. Anadil, ana kucağı demektir, kimsenin kimseyi oradan mahrum etmeye hakkı yoktur.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler