Mutlu olmak için çok şey gerekmez

Türkan Saylan, yaşarken iz bırakan kadınlardan. Mücadelenin, iradenin ve umudun simgesi. Kanserle öyle bir inatlaşıyor ki, kemoterapilerin yıpratıcılığına rağmen çalışmaktan vazgeçmiyor. İlkelerine tutkuyla bağlı, yaşama heyecanı gözlerinden okunuyor. Çünkü onun için hayat ürettikçe değerli.

Yayınlanma: 22.03.2009 - 08:25
Abone Ol google-news

Türkan Saylan koca bir hayat çınarı. Güçlü, iradeli, çalışkan, her şeye vakit bulabilecek kadar da zamanın hâkimi. Yaşama her neyle tutunuyorsa, öyle berrak, öyle özendirici ki... Onun yanında daha bir güvende, daha bir güçlü hissediyor insan kendini. Etrafındakilere umut saçıyor, umutsuzluğun tüm bulaşıcılığına inat. Kanserle mücadelesinde hep bir adım önde. Çünkü ondan da korkmuyor, hayatta hiçbir şeyden korkmadığı gibi. Yaşama bağlılığının mayasını insanlara duyduğu sevgiden, sağlıklarına kavuşturduğu hastalarından, hayata kazandırdığı gençlerden ve eğittiği öğrencilerinden alıyor. Çalışmalarına sıkı sıkıya bağlı. Yaşlılığını üretkenliği ile ölçüyor. Kemoterapiden sonra toplantılara katılmasına hayran kalmamak elde değil.

 

Peki hayatı nasıl bu kadar kendinden yana yapabildi?

Saylan, içi gülen ve hayat taşan gözlerini bizden ayırmadan yanıtlıyor soruyu: “Hep içgüdülerimle hareket ettim. Hayatı kitaplardan öğrenemezsiniz, ama onları okumadan bunu anlamanız mümkün değil. El yordamıyla yaşanır hayat, inatla, sabırla ve büyük bir aşkla...”

İki kız, üç erkek kardeşin en büyüğü Türkan Saylan. İnsanlığa dair duyduğu sorumluluğun tohumları daha çocukluk yıllarında atılıyor. “Annem evde yokken onun elbiselerini giyerdim. Kardeşlerim bana ‘anne’ derlerdi. Hem abla, hem dost, hem anneydim. Onlara duyduğum sorumluluğu sonra tüm insanlara duymaya başladım” diye özetliyor bu yılları. Parlak bir öğrenci değildi, ama soru sormayı iyi biliyordu. “İnsanları delirtecek kadar soru sorardım” diyor gülerek, “Sorgulardım, bana anlatılanların nedenini öğrenmeden huzur bulamazdım. Hatta ‘Dünyaya niye geldim?’ sorusunun içinden çıkamadığım için beş yaşında intihara kalkıştım.”

Onu tatmin edebilmek zor, Saylan’ın sorularına ne çevresindekiler ne de inançlar cevap verebiliyor. Sorular da giderek artıyor: “Neden insanlar birbirini öldürüyor? Neden haksızlıklar var? Adalet ve Tanrı varsa, bu kadar haksızlık niye?”

 

Telaşlı ve sabırsız...

Saylan, bu arayışın o yıllarda epey kafasını kurcaladığını söylüyor. Daha sonra kütüphane görevlisi olarak çalışırken, bulduğu ne varsa okuması, merakını dindirmese de biraz soluk aldırıyor. Hatta her öğle arası yemek yemeden, bir un kurabiyesiyle açlığını dindirip kütüphanedeki tozlu raflardan kitaplar indirdiği günleri unutamıyor. “Anlamasam da okurdum, çünkü açlığım büyüktü. Merakım beni besliyordu. Bu açlık daha sonra kaleme ve kâğıda döndü” diyor, “Hâlâ da kalemle kâğıtla ilişkim sürer. Bilgisayarı sevmem.”

Küçükken müziğe de merak sarıyor, sekiz yıl keman çaldıktan sonra beceriksiz olduğunu düşünüp müziği bırakıyor. Şimdi biraz pişman... Ortaokul yıllarında köy doktoru olmak hayaliyle yanıp tutuşuyor. Aslında daha o yıllarda, doktor olup Türkiye’yi karış karış gezeceğini de hissetmiyor değil. Belki de o yüzden, şimdi kendine gülse de, tıp fakültesine girip beyaz gömleği ilk giydiğinde kendini hemen doktor sanıyor, “Çok heyecanlıydım” diyor, “telaşlı ve sabırsız...”

Tıp eğitimi ona insanlara dokunarak anlama yeteneği kazandırıyor. “Bir kere hastayı yanıma oturturum, ellerim, okşarım. Hayatını dinlerim. Önce arkadaş olurum sonra doktor” diyor. Bu yakınlık başına bela da açıyor, epey de acı çektiriyor. Bir hastasından bel kemiği tüberkülozü kapıyor. Fakülteyi on yılda bitirebiliyor çünkü tüberküloz yüzünden 13 ay yatağa mahkûm kalıyor. Hem de biri iki yaşında, diğeri de altı aylık iki çocuk sahibiyken. Çocuklar nereden mi çıktı?

Hayallerinin peşinde koşarken 22 yaşında evleniyor Saylan. “İdeallerim varken âşık oldum, ama hiçbir şeyi erteleyemediğim için hemen evlendim. Sonra da çocuk istedim. Her şeye yetişeceğimden şüphem yoktu!” diyor.

Onun olmasa da eşi aynı düşünmeyince araları açılıyor. Eşinin “Artık sen çalışma, ben sana bakarım” demesi bardağı taşıran son damla oluyor. Saylan hayallerini bir kenara itmesine neden olacak bu cümlenin ardından ihtisas sınavlarına girerken buluyor kendini. İhtisasını da insanlara yakın olmaktan çekinmediği için deri ve zührevi hastalıklar üzerine yapıyor.

İşçi Sigortaları Nişantaşı Hastanesi’nde göreve başlıyor. “İşçi, emekçi, sendika nedir orada öğrendim” diyor, “orası kimileri için sürgün yeriydi, ama benim için ikinci bir üniversiteydi.”

Saylan, hastanede çalışırken kazandığı bir bursla çocuklarını da alıp Londra’ya gittiğinde boşanmak üzere olduğunu anlatıyor: “Üç kuruş para ve bir haritayla Londra’da buldum kendimi. İki günde çocuklarımı okula yerleştirip, ev bulup, işbaşı yaptım. İyi bir eğitim ve kalıcı dostluklarla döndüm.”

Döndüğünde hep hayalini kurduğu Anadolu yolculuğuna başlıyor. “Çünkü” diyor, “laboratuvarın dört duvarında hizmetim sınırlıydı. Ben insanların içinde olmalıydım.” İlk görev yeri Malatya’nın Pötürge ilçesinin Kayadere köyüne eşek sırtında yolculuk yapıyor. Türkiye’yle ilk yüzleşmesi işte böyle oluyor. Devamı da geliyor. Anadolu ve Doğu’da geçirdiği yıllar boyunca ülkesinin gerçekleriyle karşılaşıyor. Bir asırlık bu yaşamda, derin izlerden birini de 12 Eylül açıyor. O günleri unutamıyor Saylan, “12 Eylül’ü affedemem, çünkü Doğu’yu kaybettik. İnsanları yok ettiler, öldürdüler. Gelecek kuşakları da zehirlediler. İhtilal kendi çocuklarını yer” diyor. Ne zaman Doğu’da bir köye gitse, kendini orada doğup büyümüş biri gibi hissetmeye çalışıyor. Çünkü empati kurup hayata bakmanın çözümsüzlüğe ilaç olduğu görüşünde. Ona göre, Doğu’yu bilmeden Ankara’dan yasa çıkarmak, proje üretmek anlamsız. 20. yılını kutlayan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) temellerini de bu düşünceyle atıyor. ÇYDD, bir sivil toplum kuruluşu değil, örgütü. Saylan, “örgüt” sözcüğünün insanların zihinlerinde oluşturduğu olumsuz izi silmek istiyor, çünkü “Mücadele örgütlüdür”.

Türkan Saylan bir tarih. Doktorluğu, araştırmaları, Türkiye’deki ilk ve tek cilt hastanesi Lepra’yı kurması, dünyadan ve Türkiye’den cüzamı silme konusundaki başarısı, ödülleri, çocukları, kız çocuklarını okutmak için verdiği mücadele...

O, yaşarken iz bırakan kadınlardan. Ne profesör unvanını, ne akademik kariyerini umursuyor. Onlar sadece insanlara daha iyi hizmet için birer araç. Lider olmak gibi bir derdi yok. Onun için önemli olan insanları örgütleyebilmek. Bir tek düşüncesizce hareket edenlere tahammül edemiyor. Günümüzdeki siyasal iklimin de muhalefetsizlik yüzünden sertleştiğini söylüyor. “Yoruldum demeye, umutsuz kalmaya kimsenin hakkı yok” diyor, “Bugünü kurtarmak adına değil, yarınlar için plan yapmayı ve çalışmayı öğrenmek zorundayız. Bir de başımıza, körüklenen bir ırkçılık çıktı. Kendi ırkını inkâr etmek istemeyenlere ‘Türk’ olduklarını söyletmeye çalışıyoruz. Ben de bu yüzden kaç kere savcı karşısına çıktım. Bu suçlamaları ekmek parasına çeviren, kaostan beslenenler var.”

Saylan’ın Arnavutköy’deki evinde sohbet ederken duvardaki çerçeveli resimlerine bakıp dolu dolu geçen bir ömrü görebiliyorsunuz. Her fotoğrafında yüzü gülüyor. 1971 tarihli bir fotoğrafın altına da bir not düşmüş: “Mutlu olmak için çok şey gerekmez”. Geçmişine yaptığı zaman yolculuğunda üzüldüğü de oluyor. “Çok zor günlerim de oldu. Acılarımla büyüdüm. Zaten Türkiye’de kadın olmak hâlâ zor, ama kadınlar artık daha güçlü ve harekete hazır” diyor. Türkan Saylan, anne de oldu, iş kadını da, ev kadını da, lider de, yönetici de, bilim kadını da. Korkuların hayallerini boğmasına izin vermedi. O yüzden hâlâ ayakta ve muhalif. Biz yanından ayrılırken de yarım bıraktığı kitabını okumaya, gazetelerden notlar almaya devam ediyordu.

 

Komünist bir hastane!

Türkan Saylan, İşçi Sigortaları Nişantaşı Hastanesi’nde göreve başladığında annesi onun adına çok endişeleniyor. Çünkü o dönemde iş, emek, emekçi kelimeleri komünizmle birlikte anılıyor. Annesi de bir gün dayanamayıp uyarıyor. “Türkan” diyor, “bu hastanenin komünizmle ilgisi ne? Komünist bir örgütün doktoru musun?”

Saylan, “Paramı Rusya ödüyor” diye gülerek yanıtlıyor ya, annesi öyle kaygılı ki ağlayacak gözlerle bakmaya devam ediyor...

 

Kapısı her daim açık

Saylan hayatı boyunca öğrencilerinden, hastalarından ayrılamadı. Bir öğrencisinin yıllar sonra karşısına çıkıp elini öperken söylediği: “Kapısını öğrenciye açık tutan tek öğretim üyesi sizdiniz” sözünün yerini ne kadar bulduğu da ortada. YÖK kurulduğunda, karşı çıkmasına rağmen üniversitede kalmasının nedeni de buydu. Ne olursa olsun kalmaya, direnmeye ve mücadele etmeye kararlıydı. 

 

Asistan dilekçe yazarsa...

Biz, bir buçuk yıl dahiliye, bir buçuk yıl da cerrahi nöbeti tutardık. Dahiliye nöbetinde tek asistan görev alırdı. Branşı ne olursa olsun, gelen hastalara o bakardı. Bir de şef nöbetçi vardı, ama genelde bir yerde konken oynardı. Su kesilir, vazolarla mide yıkardık. Tansiyon aleti yok, enjektör yok. Her şey eksik... Bu yüzden hastalara yardım edemiyorum, delirmek üzereyim. Hademeler bu işin böyle yürüdüğüne beni ikna etmeye çalışıyor. Elime kalemi alıp bir dilekçe yazdım, asistanlığımın altıncı ayıydı. Eksiklikler tamamlanmadıkça nöbet tutamayacağımı belirttim. Herkes hayatımı kaydırdığımı söylüyordu, çok eleştirildim. Bir süre sonra eksiklikler giderilmeye başlandı. O zaman anladım ki, hakkını arayacaksın. Başkalarının da hakkı için mücadele etmeye o gün karar verdim. Artık bana dur durak yoktu.

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler