Bir Diktatörlük Öyküsü

Yayınlanma: 25.04.2009 - 05:38
Abone Ol google-news

Tarih, tekerrür etmiyor şüphesiz; tıpatıp tekrarlamıyor olgularını, olaylarını; çünkü ona bakış açıları her zaman çağdaş değerlerle oluşmuştur, oluşmaktadır; değerlendirildiği son andan yorumlanmıştır, yorumlanmaktadır. Şaşırtıcı olan şey, onun aynasında pek çok öğenin benzerliklerle yaşadığını saptamaktır.

Korkuyla yaşıyorum/Korkuyla yazıyorum, konuşuyorum/Korkuyla sesleniyorum kendime/Endişe etmekten korkuyorum/Dilimi tutmaktan korkuyorum. António Ferreira

16. yüzyılda Portekiz’de eserleri yasaklananlar arasında adı geçen biriydi António Ferreira; Engizisyon’un, daha açık bir ifadeyle kilise mahkemesinin kara listesine aldıklarından birisiydi; aynen İtalya’da, İspanya’da benzerlerinin yaşandığı gibi. Bedenin her noktasına sinmiş, sindirilmiş bir korkunun dillendirilmesi. Akdeniz’in batı ucuna tutunmuş bir ülke; okyanusu seyrediyor. 15. ve 16. yüzyıllarda çevresindeki adalara, batı Afrika sahillerine, Hindistan’a, Hint Okyanusu’nun birçok limanına, Brezilya’ya ulaşmış, bir deniz imparatorluğu kurmuş, Hıristiyanlığı yaymış,

Osmanlıların üç kıtaya ve çeşitli denizlere açıldığı gibi ekonomik kaynaklar aramış. Zamanla, koloni imparatorluğu çöküş sürecine girince, kargaşalar ardı ardına eklenmiş.

28 Mayıs 1926’daki bir askeri darbe -parlamenter cumhuriyeti koruyabilmek için yapılmış olmasına karşın- 50 yıl sürecek bir (sivil) diktatörlüğe teslim olmaktan kurtaramamış ülkeyi. Nice canlara kıyarak sürdürülüp götürülen hareketlerin ardı arkası kesilmemiş; kiliseyi ve sermayeyi arkasına alan, polis devletinin korkusunu, şiddetini ve kıyımını yaşatan, ırkçı duygularla hareket eden ve geçmiş yüzyıllardaki imparatorluk görkeminin özlemi içinde geçen bir baskı rejimi yaratılmış. 21. yüzyıla çeyrek kalana kadar yürütmüş despotluğunu.

Diktatörlüğün ‘sivil’ örneği

1910 yılına dek süren bir krallık yönetiminin ardından cumhuriyet sürecine giren, o arada sayısız ihtilallere, kanlı ayaklanmalara, buhranlara sahne olan bu ülke, 1928 yılında maliye bakanlığına getirilen, 1932’de de başbakanlığa terfi ettirilen António de Oliveira Salazar’ın sağcı ve gittikçe ağırlaşan baskıcı yönteminin aracılığıyla diktatörlüğün geçen yüzyıldaki inanılmaz sürecini yaşamaya başladı.

Rejimin kontrolünü çabucak ele geçiren Coimbra Üniversitesi’nin bu iktisat profesörü, zamanla -bir diktatörlüğün ötesinde- kendisini “tanrılaştırma” eğilimine girdi adeta; başkalarının sözünü çok daha az dinler oldu.

Salazar İtalyan faşizmi ve Alman Nazi rejimlerine, özellikle totaliter eğilimlere karşı olduğunu vurgulama gereği duymuş olmasına karşın, “yeni devlet” (estado novo) sloganıyla otoriter bir yapı meydana getirdi. Bu yapılanma olumsuzluklar içinde sürdü gitti, 1960’lı yılların sonuna kadar, 1970’in ilk yıllarına kadar. Yaratılan bu düzen, sessizlik içinde götürdü kendini belki; ancak mutsuzluk artarak sürdü. 1968 yılının eylül ayında Salazar’ın altındaki koltuk çöktüğü ve kafası yere çarptığı zaman pıhtılaşmış olan kan, 40 yıllık sürecin işlerliğine de dur dedi sanki.

Tedavi süreci de diktatörü iyileştiremedi. Sansürcü ve gizli polisin denetiminde bir ülke oluşmuştu.

Çok gariptir ki, yeni başbakan Marcelo Caetano da aynı yolda yürüdü, kimi açılımlara rağmen; Salazar’ın gölgesi her zaman ortalıktaydı.

Karşıt olarak görülen sol, hatta liberal kanat yaşam hakkını yitirmişti. 25 Nisan 1974 yılındaki askeri darbe -ne ilginçtir ki- yarım yüzyıllık “sivil” görüntülü dikta rejimine 24 saatte son vermişti; diktatörlüğü demokrasiye dönüştürme yolunu -başlangıçtaki zorluklara rağmen- açmıştı. Portekiz’in ünlü tarihçilerinden biri sayılmış olan Oliveira Marques, sayısız saptamaları arasında şunları da vurgulama gereği duymuş özlü Portekiz Tarihi’nde:

“Yeni Devlet’in diğer baskıcı kurumları arasında engelleyici yapılanmalar da bulunuyordu. Süreli yayınlara sansür uygulaması 1926 ihtilalinin hemen ardından geldi ve kesintisiz sürdü. Zamanla tiyatro, sinema, radyo ve tele-vizyon gibi diğer medya araçlarına sıçradı. Sadece politik ve askeri konuları değil, aynı zamanda moral, davranış biçimleri, din ve halkı ‘tehlikeli’ yönde etkileyecek her bir haber ve konuşmayı denetim altında tuttu… Portekiz Gizli Polis Teşkilatı, Engizisyon gibi, o denli bir güç ve boyut kazandı ki, yetkileriyle devletin yerini aldı… Rejime karşı hiç yaşanmamış tehditler ‘icat’ ederek varlığını ve gücünü kanıtlama gereğini sıklıkla duydu.”

Oliveira Marques’in ya da başka tarihçilerin, yazarların bir polis devletinde tanık oldukları olumsuzlukları ve işkenceleri yansıtarak yazımı uzatmak istemiyorum. Kendilerine ciddi, kanıtlı ve inanılır suçlar yöneltilmeden hapishanelerde çürütülmeye çalışılan kişilerin ayrıntılı ve hazin öyküleri yazılı edebiyatın malzemesi olarak duruyor.
Sadece benim 1960’lı yılların ikinci yarısında ve 1970’in ilk yıllarında tarih araştırmaları yaptığım dönemde Lizbon’da kaldığım öğrenci yurdunda, bir kahvehanede veya üniversite koridorlarında Portekizli öğrencilerle konuşurken yaşadığım zamanlar sanki yazımı başlattığım dizeleri andırıyordu: Herkes, her şeyden korkuyordu, suskun yaşıyordu. Portekiz 1980’li yıllarda Avrupa Birliği yolunda demokratik ortamı yakalama çabalarıyla uğraştı; 2000’li yıllar ise Salazar dönemini tarih derinliği içinde çok daha bilinçli değerlendirilmesini sağlama yolunda.

Herkese gerekli

Politikacıların, başkaları gibi, tarihi iyi değerlendirmeleri gerekiyor. Demokrasiyi yapılandırma yolunda karşılaşılabilecek tehlikeyi -bir örnekle- anımsatmak içindir bu tarih kesiti; 20. yüzyılın göbeğine yerleşen 50 yıllık bir sivil diktatörlüğün belleklerde kalan dersi. Bir başbakanın kendini rakipsiz sayan serüveninin acı faturası, “millet iradesi”nin, parlamentodaki çoğunluğa dayandığı varsayımıyla dayattığı yöntem.

AB üyesi Portekiz’in yansıtmaya çalıştığım bu dönemine bugün acı bir tebessümle tepki veriyor Portekiz’in büyük bir çoğunluğu; tabii imparatorluğun görkemini ve kilisenin ruhunu özleyenler dışında.

Tarih, tekerrür etmiyor şüphesiz; tıpatıp tekrarlamıyor olgularını, olaylarını; çünkü ona bakış açıları her zaman çağdaş değerlerle oluşmuştur, oluşmaktadır; değerlendirildiği son andan yorumlanmıştır, yorumlanmaktadır. Şaşırtıcı olan şey, onun aynasında pek çok öğenin benzerliklerle yaşadığını saptamaktır. Andığım tarih kesitinin siviller tarafından yürütülen direksiyonunun demokratik yaşamı nerelere sürüklediği dikkate alınmalı, sorumlulukla irdelenmelidir. Dileğim, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı şu günlerdeki karamsarlığını “Salazar damgası” yemeden atlatmasıdır. Unutmamak gerekir, andığım “sivil” diktatörlük tam yarım yüzyıl sürmüştür.

Salih Özbaran Emekli Tarih Profesörü


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler