Şeker kolonisinden arta kalanlar...

Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesinde sona yaklaşılıyor. Oysa Türkiye'nin ilk sanayi kuruluşlarından biri olan Şeker, bir yaşam tarzının da örneğiydi. Okullu, sinemalı, yüzme havuzlu koloniler, kampanya dönemi balolarla şenlenirdi. Boyacıoğlular üç kuşak Şeker Sanayii'nde çalıştılar...

Yayınlanma: 18.08.2008 - 08:14
Abone Ol google-news

Yedi yıl önceydi, emekliliği geldi ve Nihal Boyacıoğlu, dilekçesini yönetime sunup, içine doğduğu “koloni”den çıktı… Koloni, Türkçede duymaya pek alışık olmadığımız bir söz, oysa Şeker fabrikaları çalışanları için bütün bir yaşamın adıydı. Nüfusun büyük çoğunluğu köylerde yaşarken bile orada hayat “Batı”nın küçük bir uyarlamasıydı, sinema, balo salonları, partiler, yüzme havuzları, tenis kortları, okul, şömine, piyano, vs… Kısacası, şimdilerde fabrikalarının özelleştirilmesi için son hazırlıkları yapılan Türkiye Şeker Şirketi’nde hayat başka türlü akardı. Sonraları da oralarda da hayat “normalleşti” ama yine de özelleştirmeye çeyrek kala “koloni”ye şöyle bir göz atmakta fayda var… Anlatacağımız üç kuşak Şeker Şirketi’nden emekli olan Boyacıoğlu Ailesi. Anlatıcı ise üçüncü kuşak, son emekli Nihal.

Birkaç sonuçsuz kalan girişimden sonra Türkiye’de bir şeker fabrikasının açılabilme tarihi, 1923. Kurucusu ise sonradan Şeker soyadını alacak olan Uşaklı Mollazade Nuri Bey. Hemen arkasından diğer fabrikalar için kollar sıvandı, ikincisi için Alpullu, üçüncüsü içinse Eskişehir göze kestirildi. Yunan işgali sırasında Kütahya’nın Emet’inden Eskişehir’e sürüklenen, kendisi gibi Çerkez Fatma ile evlenip, biri Nafiz, diğeri Hakkı iki oğlu olan Boyacızadelerin torunu Mahmut bu yeni girişimi hevesle destekledi. Toprağını fabrikaya bağışlamakla kalmadı, köy köy gezip şeker pancarı ekiminin kendilerine sağlayacağı zenginliği anlattı. Zamanla aile içi sorunlar nedeniyle serveti tükenecek, kendisi de fabrikaya işçi yazılacaktı. Birkaç kez girişimci ruhuna yenilip ticarete atılsa da her seferinde işçiliğe dönecekti, Mahmut… En fazla meydan amirliğine yükselecek, köylülerin getirdiği pancarların yıkanıp fabrikaya alınmasını kontrol edecekti…

İki oğlunu da, daha sonra atandığı fabrikayı da, sosyal tesisleri de Almanların kurduğu Alpullu Şeker Fabrikası’nda büyüttü. Lojmanlar, sinema ve tiyatro salonları, restoranlar, yüzme havuzları, tenis kortları, basketbol sahaları, fabrika çalışanlarının et, süt, yumurta gereksinmelerini karşılayan tarım işletmelerinde gerçek bir “koloni” yaşamı hâkimdi, “dış” dünya sadece teferruattan ibaretti… Nafiz yüzmeyi ve tenisi “koloni”de öğrendi, ikinci savaş yıllarında şeker fabrikasında bile çayı üzümle içmenin ironisini yaşadı, köylülerin fabrika bahçesinden topladığı otları pişirmesine seyirci oldu. Mahmut’un oğlu için çizdiği rotada önce işçilikten fazlası vardı, İstanbul’da, Boğaziçi Lisesi’ne yatılı yazdırdı ama İstanbul Nafiz’i baştan çıkarınca, “dön” diye çağırmaktan, fabrikaya işçi yapmaktan başka çaresi kalmadı. Nafiz fabrikada çabuk yükseldi, ustabaşı olup Konya ve Kayseri şeker fabrikalarının montajına katıldı. Küp şeker üretimine geçerken eğitim için Almanya ve Fransa’ya gönderildi. Oralarda kalmaya niyetlendiyse de yine babasının emrine uydu ve döndü. Bu arada küçük oğul Hakkı’ya da şeker fabrikalarında iş bulundu.

Nafiz, Eskişehir’in Mahmudiye ilçesinin Demokrat Partili Belediye Başkanının kızı Yurdanur’la evlendi, iki kızı oldu, Meral ve Nihal. Çocuklar ya Erzincan, ya Kayseri, ya Eskişehir şeker fabrikalarında düştüler anne rahmine ya da orada doğdular. Nihal’in nüfus cüzdanına Erzincan yazıldı. İkisi de koloni çocuğuydu, koloninin yazlık-kışlık sinemalarında dönemin bütün filmlerini, üstelik çocuk seanslarında izlediler. Balolarda tango ve vals öğrendiler. Bütün aylar renkliydi kolonide ama ağustoslar bir başkaydı. Çünkü pancar alımları başlardı. “Çiftçilerin peşinden koştururduk, derdimiz onların aldıkları hediyeler değildi” diye anımsıyor o günleri Nihal: “Bütün isteğimiz şerbette pişirilip evlere dağıtılan pancarın tadına bakabilmekti. O tadın hatırına mıdır, şeker terbiyesi almış olmanın gereği midir, hiç şikâyetçi olmazdık babalarımızı kampanya süresince görememekten veya çokça yorgun görmekten.

Nafiz’i diğer babalardan farklı kılan bir kitabı vardı, Almanya’dan beraberinde getirdiği “Görgü Kuralları”… Kitapta okuduğu her bilgiyi birebir uygulamak isteyen Nafiz’in yatak çarşafları kolalı olmalıydı, rakı sofrası adabına uygun kurulmalıydı, yemek mutlaka 19.00’da ve sessiz yenmeliydi, herkesin ayrı yastığı ve yatağı olmalıydı, bir kız dansa kalkarken damının neresinde duracağını bilmeliydi… Boyacıoğluların evinde her akşam mutlaka kitaptan birkaç sayfa okunur, sonra uygulamaya geçilirdi, dans bu eğitimin en keyifli yeriydi…

Yirmi hanelik kolonilerde babalar altı ay on iki saat gece, on iki saat gündüz, 40 derecenin üstünde ısıda, solukların bile zor duyulduğu gürültüde, pancar kokusu, pancarın çamuru içinde vardiyalı çalışıyordu. Kampanya zamanlarında evlerde yaşanansa “mutlak sessizlik”ti, karartılan yatak odaları, çaldırılmayan telefonlar, evden uzakta oynamak. Neyse ki evin yanında yüzme havuzu, karşısında oyun bahçesi, yorulunca dallarında dinlenip meyvesini yedikleri ağaçlar, acıkınca (uzunca süre bedava sandıkları) yemek yedikleri lokanta vardı. “Babam gece vardiyasında değilse, geceleri diğer ailelerle geçirirdik, ya bir şöminenin karşısında, ya bir piyanonun etrafında ya kütüphanenin koltuklarında ya da sinema salonunda iyi bir filmde” diye hatırlamayı sürdürüyor Nihal: “Kampanya bittiğinde, kâr zarar hesapları yapılır, daimi muvakkat çalışan herkes ikramiyesini, birer çuval şeker primini alır, bir haftalık ücretli tatile gönderilir ve tüm çalışanların katıldığı bir balo ile o dönem sonlandırılırdı”.

Nihal büyüdü ve kendine başka bir rota çizdi, resim okuyacak, ressam olacaktı. Nafiz, tıpkı babasının kendisine yaptığı gibi kızının rotasını çevirdi ve onu kolonide tuttu. Kütahya Şeker Fabrikası’nın muhasebe servisinde iş başı yaptırdı. Meral de Şekerbank’a memur oldu. Çocuk aklıyla “Burası da babadan oğula, çiftlik gibi” diyenlere kızan Nihal, “Büyükbabam şirkete gözü açıkken girmiş olsa da babam, amcam ve ben şirkette açmıştık gözümüzü. İşimizin, evimizin, aşımızın her daim hazır olması çok doğal gelirdi.” diyor şimdi “Üç kuşak ‘şeker terbiyesi’ almış olmak gelenekleriyle, kurallarıyla, duygusal bağın dışında, şirketle iç içe kişisel bir tarihti”.

O tarihten ilk düşen Mahmut oldu, Nihal’in doğduğu yıl emekli oldu, 1971’de de öldü. Nihal’in işbaşı yaptığı 1976’da Şeker Sanayii güçlenmiş, fabrika sayısı 18’e, üretim 1 milyon 180 bin tona, şeker tüketimi ise kişi başına 4.6 kilodan 23 kiloya yükselmişti. 1978’de Nafiz de emekli oldu. Meral hep Eskişehir’de kaldı, ama Nihal Uşak, Eskişehir, Yozgat-Sorgun, Susurluk gezdi. Koloni artık çocukluğunun rengini yitirmişti, süt, yumurta, et sağlayan çiftliklerin üretimi durdurulmuş, sinema ve tiyatro salonları kapatılmış, yüzme havuzları yosun tutmuştu. Cumhuriyet, yılbaşı ve kampanya baloları birer anıydı artık. Nihal 1990’da kendisi gibi Şeker Sanayii’nde çalışan Hakan’la evlendi, on yıl evli kaldı. 1995’te Nafiz öldü, 1998’de Meral, 2001’de de Nihal emekli olduŞeker fabrikalarının sayısı 30’a çıktı, çalışan sayısı 30 bini aştı, şeker pancarından yılda üç buçuk milyon ton şeker üretilir, iki buçuk milyon ton da tüketilir oldu… Türkiye’nin şeker politikaları ya Amerika’ya, ya AB’ye bağlı olarak seyir izlemeye başladı… Sonunda iş özelleştirmeye geldi. Emekliliğinin üzerinden yedi yıl geçen Nihal’in bir gözü hâlâ “koloni”de ve onu ören politikalarda: “Çocuk yanım havada ihanet kokusu var diyor”.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler