İçme suyunun hastalıklarla ilişkisi

İçme suyu ile bulaşan hastalıkları genel olarak mikrobik etkenlere bağlı hastalıklar ve kimyasal etkenlere bağlı hastalıklar olarak 2 grup içinde inceleyebiliriz. Özellikle ılıman ve sıcak iklimlerde insan ve hayvan atıkları ile kirlenen sularda çeşitli mikroplar hastalıklara neden olabilir.

Yayınlanma: 23.08.2008 - 07:11
Abone Ol google-news

Su şebekesinden çok kişinin yararlanması ve mikropları alması durumunda ise, patlama tarzında salgınların ortaya çıkması söz konusu olabilmekte. Tifo, Kolera, Hepatit A su ile bulaşabilen bu türden hastalıklardan. Bu hastalıklardan korunma yöntemi ise temiz su sağlanmasıdır.

İçme suyu Kolera ilişkisi: Epidemiyoloji biliminin kurucusu olan John Snow, Londra’da 1848-49 ve 1853-54 yıllarında koleradan ölen her kişinin evini tek tek belirledi ve kolera hastalığı ile içme suyunun sağlandığı kaynak arasındaki ilişkiyi bilimsel yöntemler kullanılarak araştırdı. Bunun için içme suyunu değişik su kaynaklarından elde eden bölgelerdeki kolera ölümlerinin karşılaştırmalı istatistiksel analizini yaptı; Snow, koleranın kontamine olmuş sularla bulaştığını, Kolera Vibrio’nunun tanımlamasından yaklaşık 30 yıl önce keşfetmişti.

Minamata hastalığı

İçme suyunun kimyasal maddeler ile kirlenmesi sonucunda da bazı başka sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Suya doğal ve yapay yollarla kimyasal maddeler karışabilir. Doğal yollardan kimyasal maddelerin, toprağın alt tabakalarına süzülmesi sırasında kayalarda bulunan elementlerin suyun yapısına geçmesi ile gerçekleşir. Yapay kirlenme ise daha çok sanayi atıklarının artılmadan doğaya bırakılması sonucunda oluşur. Yapay kirlenmenin en bilinen örneklerinden biri Minamata hastalığıdır. 1953 yılında Japonya'nın Minamata kentinde ortaya çıkan zehirlenme salgınına, bir klor-alkali fabrikasının cıvalı atıklarının Minamata Körfezi'ni kirletmesi yol açtı. Bu salgında körfezde avlanan su ürünlerini yoğun olarak tüketen kent halkında 47'si ölümle sonuçlanan 121 zehirlenme vakası kaydedildi. Hastalığın civa zehirlenmesine bağlı olduğu ise epidemiyolojik araştırmalar ile anlaşılabildi.

İçme suyunun hastalıklarla ilişkisi konusu günümüzde de güncel. Ankara'ya Kızılırmak suyunun getirilmesi ve İzmir'in bazı bölgelerindeki suyun Arsenik düzeyinin sınır değerin üstünde çıkması, konu ile ilgili tartışmaların son dönemdeki güncel örnekleridir. Ancak bu tartışmaların tam olarak bilimsel temelde yürütüldüğünü söylemek olanaklı değil.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, içme suyunda bir maddenin miktarı ile ilgili ölçümler suların sağlıkla ilişkisini inceleme açısından yeterli olmuyor. Çünkü içme sularında mevsimsel ya da iklimsel değişime bağlı olarak miktarı değişebilen ve insan sağlığı üzerinde etkili olabilecek çok sayıda inorganik madde bulunmakta. Bu maddelerinin tümünün düzenli olarak analiz edilmesi ise olanaklı değil.

Ülkemizde 2005 yılında yayınlanan İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmeliğe (1) göre ölçüm yapılması gerekli olmayan bazı elementlerin (örneğin; Asbest, Baryum, Berilyum, Talyum) de sudaki varlıklarının insan sağlığı üzerine etkili olabileceği yönünde bildirimler bulunuyor (2). Dahası, insan sağlığı üzerinde etkili olabileceği bilinen birden çok maddenin sınır değerler içinde kalan miktarlarının toplam etkisi de bilinmiyor.

İçme suyunun etkisinin bilimsel değerlendirilmesi, toplum düzeyinde epidemiyolojik izlemler aracılığı ile olabilmekte. Bunun için ise John Snow'un 19 yüzyılda geliştirdiği epidemiyoloji yöntemleri kullanmak gerek.

Bakanlık artık istemiyor

Sularla ilgili hastalıkların nasıl araştırılabileceği konusunda bir örnek verelim: Ülkemizdeki sağlık ocaklarında 2005 yılına gelinceye kadar Ev Halkı Tespit Fişi (ETF) adı verilen bir form bulunmaktaydı. Bu form sağlık ocağı personeli tarafından kendi bölgelerinde ev ziyaretleri aracılığı ile belirli mesken bilgilerinin toplanması amacıyla kullanılmaktaydı. Kayıt altına alınan mesken bilgileri arasında kişilerin kullandıkları su türü de (şebeke, çeşme, kuyu, kaynak, damacana vs.) bulunmaktaydı. Bu form halen var, ama aile hekimliği uygulamasına geçilen yerlerde sağlık ocaklarının yerine kurulan aile sağlığı merkezlerinin ETF formlarını doldurmaları artık Sağlık Bakanlığı tarafından istenmiyor.

Eğer ülkemizde bu form düzenli bir şekilde doldurulsaydı, kişilerin hangi tür içme suyu kullandıkları bilgisinin yer aldığı verilerin düzenli olarak elde edilmesi de olanaklı olabilecekti. Bu durumda örneğin bir bölgede sindirim sistemi kanserlerinin ya da karaciğer rahatsızlıklarının sık görüldüğünde, hastaların belirli bir suyu daha yoğun olarak kullanıp kullanmadığı istatistiksel analiz yöntemleriyle araştırılabilecek ve hastalığın kaynağı için bilimsel kestirimlerde bulunulabilecekti.

Bu türden epidemiyolojik incelemelerin yürütülebilmesi için ise kişilerin sosyo-demografik özellikleri, meslekleri, ikamet ettikleri bölge, maruziyetleri ve hastalıkları gibi bilgilere gereksinim duyulmakta. Tabii, bu verileri analiz etmek üzere epidemiyoloji ve biyoistatistik bilgisi ile toplum sağlığı bakış açısına sahip olmak şart.

Ancak ülkemizde hastalıkların epidemiyolojik yöntemlerle incelenmesi, çoğu kez yöneticilerin önem vermediği bir konu. Tartışmalar ise bazı maddelerin yönetmeliklerdeki sınır değerlerin üzerine çıkıp, çıkmadığı ekseninde yürütülmekte. Peki, yönetmelikte sınır değerleri yer almayan inorganik maddeler ya da ülkemizde düzenli olarak ölçüm yapılacak alt yapıya sahip olmadığımız radyoaktivite gibi parametrelerle ilgili riskler ne olacak? Ya da suda bulunabilen birden fazla maddenin, sınır değerler altındaki yoğunluklarının kümülatif etkisi nasıl değerlendirilecek? Epidemiyolojik, biyoistatistiksel yöntemler kullanılmadan ve toplum sağlığı bakış açısına olmaksızın bu sorunun yanıtının bulunması olanaklı değil. Bu nedenledir ki ülkemizde bu özelliklere sahip bir meslek grubu olan halk sağlığı uzmanlarına daha fazla yetki/sorumluluk verilmeli. Altı yıllık tıp eğitiminin üzerine 4 yıllık uzmanlık eğitimi alarak uzman doktor unvanı ile çalışmaya başlayan halk sağlığı uzmanları, ne yazık ki Sağlık Bakanlığı'na bağlı kurumlarda sağlık memuru statüsünde çalıştırılmakta.

Küresel ısınma ve diğer çevre kirliliği sorunlarının insan sağlığı üzerindeki etkilerinin ortaya çıktığı günümüzde, çevresel risklerin yönetilebilmesi için toplum sağlığı konularında bilimsel yaklaşıma sahip sağlık profosyonellerine duyulan gereksinim arttı. Sağlık Bakanlığı yetkililerinden, her türlü politik yaklaşım farklılıklarını bir yana bırakarak, alanın yetkin kişileri olan halk sağlığı uzmanlarından daha fazla faydalanmanın olanaklarını arama konusunda adım atmalarını bekliyoruz.

Kaynaklar:

1.İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik. Sağlık Bakanlığı, 17.02.2005 / 25730.

2.http://www.epa.gov/ogwdw/hfacts.html


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler