Mollaların Gölgesinde/ 5

Şia mensubu içinden çıkamadığı bir durumda müçtehite başvurur. Sünni inancının tersine itaat değil eleştiri esastır. Ulema, idaresini beğenmediği siyasi iktidarı eleştirebilir hatta bu bir haktır. Bağımsız ve özerk bir yapıya sahip olan ulema, kendisine bağlı taklitçilerini isyana da çağırabilir.

Yayınlanma: 08.08.2009 - 06:32
Abone Ol google-news

Sünniler sadece dini konularda âlimlerine başvururken, Şiiler ulemayı, dini, siyasi, şahsi ve sosyal meselelerde de başvurulacak en önemli, belki de tek merci olarak görür. Bunda elbette Sünni İslamda açık olmayan içtihat kapısının Şia’da açık olmasının etkisi yadsınamaz.

Şia mensubunun karşılaştığı ve içinden çıkamadığı her olayda, ki bu konunun ille de dini bir konu olması da gerekmez, bir müçtehide başvurması ve sorunun yanıtını taklit ettiği müçtehitten alması inancının gereğidir. Onun inancına göre müçtehit, olayları yorumlamada ondan yetkindir, dolayısıyla müçtehide itaat şarttır. Ehlisünnette yöneticiye itaat şartı ve doknulmazlık zırhı Şia’da da müçtehit ya da fakih denilen ulema için geçerlidir.
 

Siyasi iktidarla ilişkiler

Şia’nın müçtehidi, yeni gelişen her olayı kendi ya da kendisinden kıdemli müçtehidin görüşleri doğrultusunda yorumlar. İçtihat kapısı kapalı olan Sünnilikte ise âlim görüş açıklarken İslamın ilk dönemlerinde oluşan icma ve fetvalara dayanır.

Ulema sınıfı arasındaki en büyük farklılık ise siyasi iktidarla ilişkilerinde görülür. Sünni âlim, yönetenin emrine itaat etmek durumundadır. Ulü’l-Emr’e itaat Sünnilikte farzdır.

Şii ulemalarına göre ise dünyevi iktidarlar gayri meşrudur. O nedenle ulema, idaresini beğenmediği siyasi iktidara karşı eleştiriyi bir hak olarak görür, yönetimi adaletsiz görüyorsa isyana bile kalkışabilir. Kendisine bağlı taklitçilerini de isyana çağırabilir ve bu durum Şii dünyasında yadırganmaz. Şii tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Şii gelenekte müçtehitler, kendilerini “İmam Mehdi” ortaya çıkıncaya kadar onun vekili olarak görürler. İmam Mehdi’nin vekili de elbette onun hata yapmama e sahip olacaktır.

Albert Hourani, “Arap Halkları Tarihi” adlı eserinde müçtehitlerin toplumun rehberliği unvanını nasıl aldıklarını şöyle açıklıyor: “İmam ortaya çıkana kadar insanlığın rehberliğe ihtiyacı vardı. Bazı Şiiler imamlar tarafından aktarılıp yorumlanan Kuran ve hadisin yeterli rehber olduğuna inanıyorlardı. Diğerleri sürekli bir yorum ve önderlik ihtiyacı olduğunu savundular ve on üçüncü yüzyıldan itibaren akıl, karakter ve eğitim bakımından entelektüel çabayla imanı yorumlayacak, içtihat getirecek kişileri (o zamandan beri müçtehit olarak bilinirler) aradılar. Bu kişiler yanılmaz kabul ediliyordu. Allah’ın doğrudan rehberliği altında değildiler, sadece çok gelişmiş yetenekleri sayesinde imamların öğretisini yorumlayabilirlerdi. Her kuşak için yeni müçtehitlere ihtiyaç vardı ve sıradan Müslümanlar kendi çağlarının müçtehitlerinin öğretisini izlemekle yükümlüydüler.”



Dokunulmazlık kazandılar

Şah Abbas döneminde Şii dini kurumlar devletin kontrolü altındayken sonraki hükümdarlar döneminde yerel kabile güçleri ile Şii dini kurumları devletin kontrolü dışına çıktılar. Kurulan vakıflar, arazi tahsisleri, bürokraside ve dini mahkemelerde üst düzeyde görev almalarından dolayı hem ekonomik hem de siyasi özerklik kazandılar.

Safevi Hanedanı’nın yıkılmasından sonra gücü artan, esnaf ve tüccarlarla birlikte en önemli sosyal grup haline gelen ulema, resmi olmayan ve adı konmamış bir dokunulmazlık elde etti. Medreseler, vakıflar ve şer’i mahkemeler ve yargı üst kurulu gibi kurumlar aracılığıyla yükselen ekonomik ve sosyal bir statüleri oğul Rıza Pehlevi dönemi hariç İslam devrimine kadar artarak devam etti.

Kaçar Hanedanı döneminde medreselerin Irak’a nakledilmesi, ulema sınıfının zayıflatılması yerine daha özerk hale gelmelerine vesile oldu.
 

İki ekol

Tütün boykotu, anayasa devrimi, esnaf ve tüccarların yabancı şirketlere karşı hakkını korumayı amaçlayan protesto eylemlerinde mollaların öncü rolünü oynaması, halk nezdinde onları daha da dokunulmaz kıldı ve siyasete müdahil olmanın önünü açtı.

Ulemanın toplumsal sınıflar içinde dominant olmasında ve siyasete aktif bir şekilde müdahalede bulunmasında tarihsel gelişmelerin rolü kadar Şia’ya bağlı Usuli ve Ahbari ekollerinin çekişmesinin de payı önemlidir. Ahbari ekolüne göre ulema, dünyevi işlerle ilgilenmez, Peygamber ve imamların sünnetinin dışında farklı bir uygulama yapamaz ve kendi başlarına içtihatta bulanamazdı. Usuli ekole göre ise müçtehitler, gelişen olaylar karşısında özgürce yorum yapıp karar alabilirlerdi. Ahbari ekolün aksine Usulilere göre, dün-yevi iktidarlar, Mehdi’nin dönüşüne kadar adaletsizliğin simgesi ve gayri meşruydu. Bu meşruiyet tartışması üzerinden kendilerine siyasal bir misyon yükleyen ulema, düzene başkaldırmayı görevleri arasında saydı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar Ahbari ekolünün etkisinde olan ulema, o tarihten sonra Usuli tarikatının görüşüne meyletti.


Müçtehitlerin eğitimi ve hiyerarşisi

Gelişen olaylar karşısında her müçtehit yorumlarda bulunabilir. Sadece kendi taklitçilerini bağlasa da farklı farklı içtihatlarda bulunabilirler. Bu içtihatlar birbirine zıt olsa da farketmez. Her biri kendi taklitçileri içinde kabul görür.

Safeviler döneminde sadece dini konularla ilgilenen ulema, Kaçar Hanedanlığı süresince dünyevi işlerle daha çok meşgul oldu. Bu kargaşa döneminde üst yargıya kurullarına da ortak olan ulema, evlenme, boşanma, miras, mülkiyet v ticari sözleşmeleri onaylayan Şer’i mahkemelerin hakimleri olarak görev yapıyordu.

Vakıflar yoluyla ekonomik örgütlenmeleri de devletten bağımsız olan müçtehitlerin gelir kaynakları, büyük ölçüde taklitçilerin ödemekle yükümlü olduğu “humus” ya da “beşte bir” denilen ödentilerden oluşur. Bir müçtehide bağlı taklitçilerin zekâtlarını kullanma tasarrufu da ulemaya aittir. Bu nedenle ulema, büyük bir ekonomik güce hükmeder.
 

4 aşamalı eğitim

Müçtehit adaylarının, Kum ve Meşhed kentindeki medreselerde önce kıdemli bir müçtehidin eğitiminden geçip icazet alması gerekiyor. Bu unvan, kendisine bağlı mukallitlerin sayısı, bu mukallitlerin ödedikleri humusun miktarı, yayımladığı eserler göz önüne alınarak kıdemli müçtehitler tarafından veriliyor. Müçtehit adayı, her biri dört yıl olan üç aşamalı bir eğitimden geçmek zorunda. İlk aşamada Kuran ve Arapça öğreniyor, sonra camilerde vaaz ve dini törenleri yönetme konuma gelebiliyor. İkinci aşamada belli konularda yorum yapacak düzeye gelmesi için fıkıh öğreniyor. Üçüncü aşamada mollalık ve dini mahkemelerde yargıçlık unvana sahip olabiliyor. Son aşamada ise Kuran, hadis ve diğer dini metinleri şerh etme ve şeriat hukuku konusunda hüküm verme, içtihat yapma ehliyetini kazanıyor. Hocası, öğrencisinin yetiştiğine kanaat getirirse öğrenci müçtehitlik ruhsatını alıyordu.
 

Ortak onay şart

Ulemalar, eğitimleri sırasında dini bilgilerin yanında belagat sanatının inceliklerini öğreniyor. İran Şiiliğinde hitabete çok önem verilir. Kerbela olayının hikâyeleştirildiği taziye geleneğinde ve diğer dini törenlerde halka hitap eden molla, halkın dikkatini kendisinde toplamak için özel çaba gösterir. O nedenle mimiklerini ve ses tonunu halkı coşturacak şekide incelikli kullanmaya dikkat eder.

Merkezi bir dini kurumdan söz etmek mümkün değilse de kendi iç hiyerarşisini 19. yüzyılın sonlarında oluşturdu. Bıraktığı etki ve taklitçilerinin sayısal oranına göre, Ayettullah, Hüccetü’l-İslam, Ulu Ayetullah (Ayetullah El-uzma) ya da Merci-i Taklit gibi unvanları elde edebiliyor. Ancak bu unvanlar, taklitçilerinin sayısal oranı ve müçtehitlerin ortak onayına bağlı.



Rusya ile yapılan savaşlar

İran’a gelen Türkmen boylarından olan Kaçarlar, Safevi Devleti döneminde, sarayda ve eyaletlerde önemli hükümet görevlerine getirilmişti. Nadir Han’ı devirip yönetimi ele geçirdiklerinde İran, hem içeride hem de dışarıda en karışık günlerini yaşıyordu. İlk yıllarında iç isyanlarla uğraşmak zorunda kalan Kaçarlar, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de dış sorunlarla karşı karşıya kaldı. Rusya ile yapılan savaşlar, İran’ın sadece toplumsal ve demografik yapısını değiştirmekle kalmadı, ekonomik ve kültürel alanda da önemli değişimleri beraberinde getirdi.

Rusya’nın Deli Petro’dan beri sıcak denizlere açılma hayalinin önünde, Kafkasya’nın ele geçirilmesinden sonra tek engel olarak İran kalmıştı. İran üzerinde emelleri olan ülkelerden biri de İngiltere’ydi. Her ne kadar deniz yollarının etkin bir şekilde kullanıma girmesiyle İpek ve Baharat yolu üzerinde olan İran, stratejik önemini yitirmiş gözükse de Hürmüz Boğazı gibi stratejik bir limana sahip olması, Hindistan ve Rusya ile sınır komşuluğu nedeniyle yine de önemli bir coğrafyadaydı.
 

İçişlerine müdahale

İran’ı sürekli tahrik ve tacizlerle savaşa çekmekte başarılı olan Rusya, arka arkaya yapılan iki savaştan galip çıkınca emeline ulaştı. Rusya, Türkmençay ve Gülistan antlaşmalarıyla toprak kazanımlarının yanında diplomatik ve ekonomik imtiyazlar da elde etti. İran üzerinde egemenlik kurması halinde Rusya’nın gözünü Hindistan’a dikeceğini tahmin eden İngiltere, benzer imtiyazlar elde etmek için İran’ı sıkıştırmaya başladı. Ekonomisi iflasa sürüklenen ve savaşlarda da toprak kaybeden İran, Rusya ve İngiltere’nin imtiyaz taleplerini geri çevirecek durumda değildi. Gümrük, bankacılık, ulaşım, telgraf hattı kurma gibi alanlarda ekonomik imtiyazlar elde eden Rusya, yargı sistemini düzenlemekten ordu kurulmasına kadar birçok alanda İran’ın içişlerine müdahil oldu. İngiltere de gümrük kârının yüzde 60’ı karşılığında devlet bankasının tekeli, altın ve gümüş dışında madenlerin işletilmesi, gelecekte sanayi tesislerini kullanma, tramvay, demiryolları, sulama kanalları ve karayollarının inşası gibi imtiyazlarla İran’ın sanayi ve ticaretine hükmedecek duruma geldi.

İran’ın dönemin iki süper gücüne boyun eğmesi ülke içindeki ekonomik, soysal ve siyasal bir tahribata yol açtı. İran’ın başta tekstil olmak üzere tarıma dayalı üretim kapasitesi düştü. Geleneksel el sanatları, ipek üretimi ve gıda sektörü çökme noktasına geldi. Dış ticaret hacmindeki artış, ağırlıklı olarak dışa bağımlı hale getirilen milli sanayinin ihtiyacı olan ara malların ithalatından kaynaklanıyordu. İran, hammadde tedarikçisi ve pazar ülke konumuna gelmişti.

İran, sıkışınca önce topraklarını ardından da elçiliklerini, bakanlıklarını ve yüksek yargı organlarını satılığa çıkardı.



Kızılbaş Türkmen Safevi Devleti’nde reform zorunluluğu


Kızılbaş Türkmen Safevi Devleti hükümdarı Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim padişahlığındaki Osmanlı Devleti ile ile 23 Ağustos 1514’te yapılan Çaldıran Savaşı’ndan yenik çıkması devletin yapısını da kökten değiştirecek bazı reformları dayattı. Her şeyden önce düzenli bir orduya sahip olunması gerektiğini anlamışlardı. Düzenli ordu demek aynı zamanda bu orduyu finanse edecek düzenli bir gelir elde etmek demekti. Bunun için bürokrasi deneyimi olmayan eğitimsiz göçebe Kızılbaşlarla yola devam edilemezdi. Tahmasb’ döneminden başlayarak Şah İsmail’in torunu Abbas döneminde doruğa çıkan kurumsallaşma ve merkezi otoriteyi sağlamlaştırma yönündeki idari reformlar güç dengesinin Kızılbaş Türkmenler aleyhine bozdu. Şah Abbas, savaşçı Türk beylerinin gücünü dengelemek için Gürcü, Çerkes, Ermeni ve Türklerden oluşan yeni bir ordu kurunca Kızılbaş Türkmenler, ekonomik ve askeri açıdan güç kaybettiler.
 

Devletin resmi dini

Safevi monarşisi, otoritelerini pekiştirmenin yolunun sadece devleti değil, dini de kurumsallaştırmaktan geçtiğini düşünmeye başladı. Reaksiyonel ve itaat geleneği olmayan Kızılbaşlığın Şiiliğin alması halinde, devletin kurumsallaşması daha çabuklaşabilirdi. O nedenle Şiilik devletin resmi dini olarak seçildi. Gerçi Şiilik Şah İsmail/in Tebriz)i almasından sonra devlet dini olarak ilan edilmişti ancak Şah İsmail’in anladığı Şiiliğin, bugünkü Şiilikle pek ilgisi yoktu. Yalnız bir sorun vardı. İran’da Kum ve İsfahan’da küçük Şii semtleri dışında, nüfusun çoğu Sünniydi. Şii sayısını çoğaltmak için Bahreyn, Necef ve Suriye’den Şii ithal edildi. İkinci aşama olarak da Şii ulemayı bir bürokrasi olarak örgütlediler. Şii türbeleri onarıldı, medreseler, vakıflar kuruldu ve toprak tahsisleri yapıldı. İsfahan, Kum, Necef ve Meşhed Şii inancının en önemli merkezleri haline geldi.

Davit Morgan, Safevi devletinin bu reformları yapmak zorunda olduğunu belirtiyor: “Eğer Safevi devleti salt bir Türkmen aşiret devleti olarak kalsaydı, Tahmasb yönetiminin başlarında ve onun ölümünden sonra karşılaşacağı sıkıntıların üstesinden gelemezdi. Safevi devleti varlığını sürdürdü, çünkü iki ayrı temele sahipti: Yeni ‘devlet dini’ olarak On İki İmam Şiiliği ve Fars bürokrasisinin desteği.”

Safevilerin Sünnilik yerine Şiiliği tercih nedenini M. Fischer şöyle açıklıyor:

“Sünni Osmanlı’ya karşı duracak ve içeride de devleti birleştirecek bir politik araç olarak Şiilik tercih edildi.”

Merkezi hükümetin ve ordunun zayıflaması Safevi hanedanının otoritesini de zayıflattı. Bu durumu fırsat bilen, yerel kabile güçleri ayaklanmalara kalkıştılar. 18. yüzyılda İran’da tam bir kaos ortamı yaşanıyordu. İktidar önce Afganlar, Çağatay Türklerinden Nadir Han ve Kaçar hanedanına geçti.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler