Dış politika eski çizgiye çekilmelidir

Asırlık bir devlet olmasına altı yıl kala, Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP’nin son sekiz yıldır uygulamaya koyduğu görünürde iç politikaya odaklı, maceracı, hayalci ve müdahaleci; arka planda ise din ve mezhep yönelimli, Osmanlı özentili dış politika yüzünden varlığının en büyük yalnızlığı içine düşmüş bulunmaktadır.

Yayınlanma: 28.10.2017 - 21:14
Abone Ol google-news

Bu sakat dış politikanın mimarı Davutoğlu ile başlayarak, uluslararası ilişkiler alanında rol üstlenen hemen bütün AKP siyasetçileri ve onların çizgisindeki medya mensupları her fırsatta Türkiye’nin kendilerinden önce izlediği dış politikanın pasif ve edilgen olduğunu, uluslararası gelişmeler karşısında “bekle-gör” zihniyetiyle ve genel eğilimler doğrultusunda tavır aldığını, Ortadoğu ile İslam dünyasını göz ardı ettiğini, Türk dış siyasetinin Batılı ülkelerce yönlendirildiğini iddia ettiler. Bu siyaseti terk ederek, ülkenin dış politika rotasını “komşularla sıfır sorun”, “stratejik derinlik”, “proaktif dış politika” diye adlandırdıkları; kulağa çekici, göze parlak gelen, ancak aslında puslu ve bir adım ötesini göstermeyen yollara çevirdiler. Müslüman Kardeşler esinli, Sünni Müslümanlardan oluşan hayali bir “ümmet” vehmedip, bu ümmetin liderliğini üstlenmeye giriştiler.

Keskin dönüş

Dış politikanın rotasındaki bu dönüş “eksen kayması” diye izah edilebilecek iradedışı bir sapma değil, bilerek isteyerek yapılan keskin bir dönüştü. Türkiye’nin istikrar odaklı, laik, çağdaş değerlerden güç alan geleneksel barışçı dış politikası, Sünni eksenli İslami bir yapı etrafında öngörülmüş, komşuların rejimlerini değiştirme ve dış müdahale dahil, şimdiye kadar kalkışılmamış yöntemleri dışlamayan müdahaleci bir doktrin doğrultusunda yenilenmek isteniyordu. Peki, hedeflenen bu yeni yaklaşımın başarı şansı var mıydı? Aradan geçen sekiz yıl bu sorunun yanıtını en açık biçimde “Hayır” olarak vermiş bulunuyor.

Yalnızlığa sürüklenme

Bu sekiz yıl içinde Türkiye, bu yeni dış politikanın getirdikleri arasında BOP Eş- Başkanlığı; Irak’da askerlerimizin başına çuval geçirilip bunu yapanlara hesap sorulmayışı; Mavi Marmara gemisinin bile bile tartışmalı bir sefere korumasız gönderilip İsrail komandoları tarafından baskına uğramasını ve insanlarımızın öldürülmesi; Suriye’de bir keşif uçağımızın düşürülüp pilotlarımızın şehit edilmesi; Suriye sınırında düşürülen Rus uçağı olayından sonra devrin başbakanının bunun emrini bizzat verdiğini açıklamasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden fail aranmaya başlanışı; Rusya’nın bu olayla ilgili ticari yaptırımları karşısında dize gelinip özür dilenişi; Süleyman Şah Türbesi’nin bir gecede sırtta kaçırılıp vatan toprağının terkedilişi; bu rezaletin bir başarı öyküsü olarak ilan edilişi; önceleri gereğinden de fazla yakınlaşılan Esad’a Esed denmeye başlanıp, sonra yeniden Esad’a dönülüşü; Suriye’nin yakılıp yıkılışıyla milyonlarca sığınmacının ülkemize gelişi; radikal terör örgütlerinin sınırlarımıza yığılması; kendi savaşımız olmayan savaşlar için yurtdışına asker gönderilip şehitler verilmesi, silah ve donanım yitirilmesi; burnumuzun dibindeki 18 adaya Yunanistan’ın yerleşmesini ve buna benzer daha nice, bizim için haysiyet kırıcı ve üzücü, başkaları için traji-komik olay yaşadı.

Bırakın başlangıçta düşünüldüğü gibi, Arap ve İslam ülkelerinden oluşacak bir yeni oluşumun lideri olmayı, Katar dışındaki Araplar ve bir iki istisna hariç tüm diğer ülkelerle arası bozuldu. Dünyadaki dostlarımızın sayısı bir elin parmaklarından aza düştü. Ülkemiz dış dünyanın gözünde güvenilirliğini, inanılırlığını, öngörülebilirliğini yitirdi. Ciddi itibar kaybına uğradı.

Yeni dış politikamızı planlayan ve ülkemizin rotasını bu plan doğrultusunda yeniden çizen, bütün bu olayları yaşamamıza yol açan ve bir ara bugün içinde bulunduğumuz yalnızlığı “değerli yalnızlık” olarak niteleyen amatör “kaptanlar” ne Türkiye’yi, ne Arap âlemini, ne Müslüman dünyasını, ne Ortadoğuyu, ne de Batı’yı, ne de bütün bu değişik yapılara yön veren dinamikleri anlayabildiler. Bu dinamikleri hep yanlış okudular. Onlar, yine yanlış okudukları Osmanlı hülyaları içinde neo-emperyalist hayallere dalmış; bunları gerçekleştirebileceklerini sanan, uygulamayı hiç bilmeyen teorisyenlerdi.

‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’

Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası hiç de onların sandıkları gibi pasif ve edilgen değildi. Türk dış politikasının temel yönelimi Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında Cumhuriyetin kurucu iradesi tarafından “barış” olarak belirlenmiş; yeni devletin dış politika devinimi, bizzat Atatürk tarafından kısa ama öz bir deyişle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diye açıklanmıştı. Bu kısa özdeyiş, aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada asırlar boyunca yaşanan deneyimlerin; Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uzun ve zahmetli yolun birikimi sonucunda edinilmiş kadim bir tarih kültürünün, savaş göç ve çatışmalarla kazanılmış hayale yer bırakmayan bir coğrafya bilgisinin, sahada bire bir yaşanarak öğrenilmiş sosyo-politik gerçeklerin süzgecinden geçmiş bir “beka” (varoluş) felsefesinin ifadesiydi.

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan başlayarak, yakın zamana kadar dış siyasetini hep bu felsefenin ekseninde yürütmeye özen gösterdi. Etrafında oluşan istikrarsızlığın kendi istikrarını bozacağının bilinciyle her zaman etrafında istikrar oluşturmaya ve bu istikrar ortamını korumaya çalıştı. Komşularının dinsel, mezhepsel, etnik ve demografik zaaflarını onlara karşı kullanacak tertipler içine girmekten kaçındı. Bu AKP siyasetçilerinin sandıkları gibi bir zaaf değil, Türkiye’ye güvenilirlik ve inanılırlık sağlayan büyük bir güçtü. Keza Türkiye, bölgesindeki başka güçlerin karşı ağırlığı olmaya hiçbir zaman soyunmadı. Bir denge unsuru değil, istikrar unsuru olmayı amaçladı. Bunu da yakın zamana kadar başardı. AKP’den önceki iktidarlar Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidara gelen farklı siyasi anlayışlardaki değişik hükümetlerin (ilk dönemlerinde AKP de dahil) tümü, ideolojik dogmalardan soyutlanmış gerçekçi bir vizyonun ürünü olan bu gerçekçi dış politika yaklaşımına bağlı kaldılar. Böyle yaparak, yüz yıla yaklaşan bir süre içinde Cumhuriyeti ve yurttaşlarını kanlı savaşların maddi ve manevi acılarından korudular. Türkiye dış siyasetinde her zaman kendi ulusal çıkarlarına öncelik verdi. Maceralara kalkışmadan bu çıkarlarını diplomasi yoluyla korumayı başardı. Türkiye, AB dışında bir çoğunun kurucusu, diğerlerinin de çok eski üyesi olduğu tüm önemli uluslararası kuruluşlar ile ve NATO dahil ittifaklarda hiçbir zaman suyun akışı yönünde giden, çoğunluğun eğilimine uyan bir ülke olmadı. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, NATO’da, OECD’de, AGİT’de, EKO’da, sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı adını alan İslam Konferansı ve diğer uluslararası örgütlerde kendi siyaset öncelikleri nedeniyle zaman zaman güçlükler çıkarabileceği bilinen; ancak barışçı ve laik dış siyaseti ile tüm eksikliklerine karşın temelde demokratik yönetimi sayesinde içinde yer aldığı zorlu ve sorunlu bölgelerde istikrar oluşturan saygın ve güvenilir bir güç olarak, her zaman gerçek imkân ve kabiliyetlerinin üstünde bir ağırlığa sahip oldu. O kadar ki Türkiye, zaman zaman onun imkân ve kabiliyetlerini olduğundan fazla sanan büyük Batılı ülkelerce kendilerine rakip addedildi. Türkiye de, kendi ulusal çıkarlarının belirlediği öncelikleri doğrultusunda daima içinde bulunduğu örgüt ve ittifakların siyasetlerini etkilemeye çalıştı ve çoğu zaman bunu başardı. Berlin’de büyükelçi olarak görev yaptığım sırada orada İrlanda Büyükelçisi olan ve daha sonra ülkesini Vaşington’da temsil eden Noel Fahey adında deneyimli ve görmüş geçirmiş bir meslektaşım bana Türkiye’ye büyük bir saygı duyduğunu söylemiş ve bu saygısının nedenini “Çünkü Türkiye dünyada, İran ve Çin ile birlikte kendi ulusal çıkarlarına odaklı özgün politikaları olan ve bu özgün politikaları büyük baskılara rağmen uygulayabilen üç ülkeden biridir” diye açıklamıştı. Büyükelçi Fahey, sözlerini “İran ve Çin bu politikaları hasım baskıları altında yürütürler. Türkiye ise dost baskısına direnir. Dost baskısına karşı koymak hasım baskısına direnmekten her zaman daha zordur” diye tamamlamıştı. Ortadoğu ve Arap dünyası ile İslam âlemiyle ilişkilerimize gelince, yukarıda sözünü ettiğim iddia sahiplerinin sandıklarının aksine bu bölge her zaman geleneksel Türk dış politikasının ana akslarından birini oluşturmuştur. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkeleriyle ikili ilişkilerimize ve bu ülkelerle Cumhuriyet tarihi içinde kurmuş olduğumuz çoklu işbirliklerine bakıldığında bu gerçek açık seçik görülür.

Barışçı ve ulusal çıkarlar

Sonuçta olan olmuş ve bu yazının başında da belirtildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını doldurmasına altı yıl kalmıştır. Türkiye’nin 2023’e bu dış politika ile girmemesi gerektiği, giremeyeceği, halkımızın buna layık olmadığı, açıkça söylemeseler dahi, bugünkü iktidarın yöneticileri tarafından da anlaşılmış gibi gözükmektedir. Ülkemiz yeniden diplomasiyi ve yumuşak güç kullanımını iyi bilen; barışçı, olumlu anlamda uzlaşmacı, Ortadoğu ihtilafı dahil tüm uluslararası anlaşmazlıkların taraflarıyla doğrudan temas olanağına sahip, arabuluculuğu aranan, ciddi ve güvenilir bir ülke olmalıdır. Bunun yolu demokrasi ve dış politikada önce “fabrika ayarlarına” dönülmesidir. Ama iş bununla bitmemektedir. Fabrika ayarlarının üzerine, demokrasi alanında evvelce yaşamış olduğumuz eksikleri giderecek; parlamenter çoğulcu demokrasi çerçevesinde kuvvetler ayrılığını, temel hak ve özgürlüklerin kısıtsız kullanımını, hukukun üstünlüğünü, adaletin bağımsızlığını, yargının tarafsızlığını, cinsiyet eşitliği dahil vatandaşlar arasında her alanda tam eşitliği ve refahın hakça paylaşımını güvence altına alacak çağdaş “uygulamaların” kurulması gerekmektedir. Buna koşut olarak dış politika da yeniden Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” felsefesi ekseninde ve istikrar temelinde, Cumhuriyetin kurucu iradesinin isabetle belirlediği ilkeler doğrultusunda şekillendirilmelidir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler