‘Devrimi düşlerken tutuklandık. Kurtuluşu sandıkta aradık!’

Turizm eski bakanı Bahattin Yücel’in “Ankara’da Sıcak Bir Yaz Günü” adlı kitabında sadece 90’ların siyaseten ısınmış Ankara’sına değil, aynı zamanda özlemle hatırladığımız 50’lerin 60’ların Türkiye’sine de bir yolculuk sunuyor. Kişisel yolculuğundan başlayarak, 28 Şubat süreci odağında, içinde yer aldığı siyaseti ve yakından tanıdığı önemli siyasileri anlatan Yücel, kuşağının ortak hikâyesini, hap

Yayınlanma: 28.06.2019 - 15:32
Abone Ol google-news

 

GAMZE AKDEMİR

[email protected]

BİR KUŞAĞIN ORTAK HİKÂYESİ

- Yakın tarihi, kişisel geçmişinizle kronolojik bir koşutlukta yazıyorsunuz “Ankara’da Sıcak Bir Yaz Günü”nde. Yarı kişisel yarı yakın tarihi bir günce gibi…

- Amacım; çok tartışılan ama kanımca henüz tam olarak değerlendirilemeyen 28 Şubat süreci odağında, içinde yer aldığım siyaseti anlatmaktı. Sansürlemeden, kendi bakış açımdan gördüklerim ve tanık olduğum olayları- olabildiğince- tarafsız bir dille kayda geçirmekti. Bu kitap 28 Şubat ile sınırlı kalırsa, anlattıklarım damdan düşer gibi ele alınmış izlenimi verecekti. En iyisinin kişisel yolculuğumdan başlamak olacağını düşündüm.

1971’den bu yana tutuklu geçirdiğim 15 aylık süre hariç, günlük işlerimi bir ajandaya not etme alışkanlığım yardımıma yetişti. Onları gözden geçirirken 1971 yılı öncesi belleğimde yerleşenler de gün ışığına çıkmaya başladılar. Aslında bizim kuşağın ortak hikâyesi gibiydi. Yaşadıklarımı, tanıklıklarımı kendi bakış açımdan yorumlayarak, belleğimdeki sıralamaya göre yazdım. 

KÖKTEN CHP’Lİ BİR AİLEDEN GELİYORUM”

- Özellikle 50’lerin 60’ların Türkiye’sinden çizdiğiniz genel çerçevede, topluma ve memleket idaresine, iktidarına dair hangi noktalar öne çıkıyor?

- Kökten CHP’li bir aileden geliyordum. Büyükbabam Milli Kurtuluş Savaşına da katılmış bir Osmanlı subayıydı. Dedem Balkan Savaşının ardından geldiği İzmir’den, Süveyş Kanal harekâtına katılmak için askere alınan, bu arada İngilizlere esir düşen bir Osmanlı askeri. Dayım 22 Şubatçı bir subay olunca, nasıl bir çevrede yetiştiğim sanırım kolaylıkla anlaşılır.

DP, 1950’de İktidara gelince Nazilli Bez Fabrikasından, aceleyle Malatya Bez fabrikasına tayin olunan ana-babayı da bu tabloya eklersek, sözünü ettiğiniz döneme ilişkin büyüdüğüm ortamın niteliği kendiliğinden ortaya çıkar.

1954 seçimlerinde Kore Savaşının etkisiyle, birkaç yıl önce dünyayı yakıp yıkan 2. Büyük Savaş sonrası tarım ürünlerinin değerlerinin artışı, DP’nin o yıllarda çekilen güçlüklerin toplumsal izlerini ustalıkla kullanarak, tüketim açlığını bir ölçüde gidermesi ve en önemlisi NATO üyeliği bence en çok öne çıkan olaylardı.

İstanbul’da sur içindeki tarihi dokuda geçmişteki büyük yangınlardan kalan yapıların yok edilmeleri pahasına, açılan yollar, yıkılan eski binaların yerlerine yapılan çirkin görünümlü, kişiliksiz binalar o dönemden belleğimde kalanlardı.

İthalata dayalı büyüme modelinin tükenişi, yokluklar, kuyruklar ve iktidarı ne bahasına olursa olsun sürdürme anlayışını sürdüren DP’nin uygulamaları. Örneğin 6-7 Eylül olayları, 28 Nisan’da ilan edilen Sıkıyönetim- o zamanlar Örfi İdare- unutamadıklarım arasında ilk sıralarda yer alırlar. Sansürlenen gazetelerin tipo baskı tekniği nedeniyle, boş beyaz sütunlarla dolu sayfalarını bugün bile anımsarım.

Kuşkusuz Kıbrıs olayları nedeniyle düzenlenen mitingler ve ünlü; “Kıbrıs, Türk’tür, Türk kalacak”, “Ya Taksim ya Ölüm” sloganları da NATO üyesi bir ülkenin bu durumlarda bağımsız davranması gerektiği düşüncesinin, belleğimizin bir köşesinde yer edinmesine yol açmış olmalıydı.

KELEPÇELERLE OY KULLANDIM”

- Yargılanmalar, tutuklanmalar, işkence, mim! Hepsi başınıza geliyor. Hangi suçlamalarla yargılandınız?

- Gençlik günlerimizin en öncelikli konusu; Türkiye’nin neden geri kaldığıydı? Bunu aşmak ise devrimle gerçekleşebilirdi. 1963’te yinelenen Kıbrıs sorunu ve ardından ABD ile imzalandıkları ortaya çıkan gizli askeri anlaşmalar, düşüncelerimizi etkiliyordu. 1968’te Paris’te başlayan olaylar ilgimizi dışımızdaki Dünya’ya da yöneltmişti. 12 Mart Muhtırası, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam edilmeleriyle sonuçlanan baskıcı uygulamalar, sonunda bizlere de uzandı.

Her uzatma döneminde Sıkıyönetim tezkeresinin Meclis’ten geçmesini kolaylaştırmak için gündeme getirilen örgütlerden birisine dahil edildik ve işkence, gözaltı, tutuklama üçlüsüyle yüzleştik.

Dönemin moda suçlaması; gizli örgütlenme içinde, bir sosyal sınıfın bir başka sosyal sınıf üzerinde tahakkümünü tesisi amaçlamak, kısaca TCK 141 ve 142.maddelerine aykırı davranmaktı. Aralık 1972’den Mart 1974 ayına kadar, Selimiye ve Kartal-Maltepe’deki 2.Zırhlı Tugay As. Cezaevinde tutuklu kaldım. 

1973 seçimleri öncesinde cezaevi komutanlığına dilekçe vererek, henüz tutuklu olduğum için oy verme hakkımı kullanmak istediğimi belirttim. Sanırım biraz altüst oldular, sonuçta Selimiye’de oy kullanmaya götürüldük. Ellerimiz kelepçeliydi ama oy kullanma kabinine girerken çıkardılar. Devrimi düşlerken, tutuklanmıştık. Kurtuluşu sandıkta arıyorduk.

Uzun süre tutuklu kaldığım Kartal-Maltepe’de 3 yıl sonra yedek subay olarak askerlik yapmayı da ancak Türkiye’de yaşanacak türden bir rastlantı olarak görüyorum.

- 1 Ekim 1971’de giriyorsunuz turizm sektörüne. Yaşamınızın turizm sayfası nasıl açıldı ve sürdü?

- Öğrenciliğim sırasında bir seyahat acentesinde işe başladım. Kiralık araçların hazırlık sırasındaki kontrollerinden, teslim edilmelerine kadar her aşamada çalıştım. Rezervasyondan, satışa yapmadığım hiçbir iş kalmadı, diyebilirim. Süreç içinde turizmin her alanında etkin olan şirketler kurdum. Yetmişlerin sonunda TÜRSAB Yönetimine girdim. İki yıllık ara dışında 1991’e kadar, genel sekreterlik ve 3 dönem Başkanlık görevini üstlendim. En alt basamaktan başlayarak, Bakanlığa kadar uzanan bir yol hikâyem var.

SİYASET BEKLEMEDİĞİM BİR ANDA BAŞLADI”

- Siyaset nasıl başladı?

- Hiç beklemediğim bir anda yakın bir arkadaşım Mesut Yılmaz’dan bana milletvekili adaylığı önermesini istemiş. Yılmaz’dan “onun siyasal görüşlerini biliyorum, bizden adaylığı kabul etmez ama ikna edersen iyi olur” yanıtını almış.

Arkadaşım, “mutlaka ANAP’tan siyasete atılmalısın” dedi. Şaşkınlık içindeydim. TÜRSAB Başkanlığım süresince rahmetli Mükerrem Taşçıoğlu dahil bu partinin yanlış bulduğum politikalarını hayli eleştirmiştim. Kuşkusuz siyasal görüşlerim de hayli farklıydı. Arkadaşıma; “Çok zor” dediğimi anımsıyorum. Sonrası baş döndürücü bir hızla gelişti. Mesut Bey ile Tarabya Otelinde bir araya geldik. Düşünmek için süre istedim.

The Marmara Otel’de bir etkinlik vardı, Başbakanlık Özel Kalemi’nce davet edildim. TÜRSAB’ta Başkanlık görevim sürüyordu. Aynı gün DYP Genel Başkanı Demirel de Birliği ziyarete geldi. Görüşlerimi aktarırken, Ortadoğu’yu kısaca tahlil eden ama özünde turizmin ekonominin dış kaynak ihtiyacını karşılayan en önemli sektör olduğuna da vurgu yaptım. Toplantının bitiminde, “seni yakından takip ediyorum, temasımızı sürdürelim,” diyerek veda etti.

Orhan Keçeli aradı, Demirel’in toplantıdan memnun olduğunu, Sabah Gazetesinden ANAP’a girebileceğimi öğrendiklerini, benimle konuşmak istediğini söyledi. “Sabah Gazetesi haberi yayınlayacakmış” dedi. Telefon kapandı. Bilmediğim, üstelik görüşlerine katılmadığım bir siyasal ortama atılmış, ardından üzerime bir kapının kilitlendiği izlenimine kapılmıştım. TÜRSAB Yönetim Kurulu’nda öneri konusunu gündeme getirdim, karşı çıkan olmadı. Siyaset maceramız başlamıştı.

Bir süre sonra Tansu Çiller aradı. Bilkent’e, evinde çalıştığı ofisine gittim. RP ile kurulacak Hükümet konusunda iki parti anlaşmak üzereydi. Turizm Bakanı olmanı arzu ediyoruz” dedi. “Bakanlık yapmadan da size daha çok katkım olur. Biliyorsunuz başından beri bu koalisyona karşıyım. Ben imzamı atayım, siz de lütfen bugünün tarihini” dedim. Elinden aldığım mektubu dosyanın üzerinde imzalayarak uzattım: “Bunu bir güven sorunu olarak görmüyorum, aslında dışarıda kalarak, daha fazla katkıda bulunabilirim”. “Yücel” dedi, Tansu Çiller; “hizmet etmek zorundayız, Bakanlık da öyle kolayca geri çevrilecek bir görev değildir. İyice düşün. Konuştuklarımız aramızda kalsın.”

Konuşmanın ardından Bakan olacağımı beklemiyordum. Protokol Yolundaki eski şirketimin satış ofisine gittim. Ertuğrul Özkök aradı, “Protokolde sorunlar varmış, anlaşılamıyor galiba, bazı haberler alıyoruz, Erbakan bugün süre uzatımı isteyecekmiş” dedi. Gözlerim caddeye kaydı. Erbakan, Çankaya Köşküne çıkıyordu. Sakin bir ses tonuyla; “Ertuğrul her şey olabilir. Doğrusu sürprizli bir kent bu Ankara, benden daha çok yaşadın sana anlatmama gerek yok ki” dedim.

İki saat sonra TRT’nin 19.00 Ana Haber Bülteni ilk haberinde; 54. Cumhuriyet Hükümetinin Cumhurbaşkanı Demirel tarafından atandığını bildiriyordu. Sanırım Özkök’ü atlatmıştım. Haber Bülteni sona ermeden, cebimdeki telefon sürekli çalmaya başladı…

- Vatan Gazetesi’ni sorarak bitirelim söyleşimizi. O da hayatınızda önemli bir sayfa.

- Kiralık otomobil işini büyütüyor, uluslararası taşımacılık konusunda ise ciddi atılımlar yapıyorduk. Numan Esin Vatan Gazetesi’ni Naim Tirali ’den satın almaya karar verdi. 1975 yazının sonlarına geliyorduk. Günlerimi daha çok Vatan’da geçirmeye başladım. “12 MARTLARA KARŞI VATAN” sloganıyla çıkmıştık. Öyle bir yayın politikası izleyecektik ki, bir daha kimse Türkiye’de darbe yapmaya kalkamayacaktı. Ne yazık ki öyle olmadı. Vatan’ı çıkarmaya başladıktan dört, elimizden çıkarmak zorunda kaldıktan iki yıl sonra, 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Ama Vatan bizim elimizdeki kısa sürede ülke genelinde etkili olmayı başarmıştı.

Ankara’da Sıcak Bir Yaz Günü / Bahattin Yücel / Asi Kitap / 422 s.

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler