Mizah ve hayal gücü en büyük silahlarımız

Doğu Yücel'in yeni kitabı “Güneş Hırsızları”nda öfke de var umutta. En karanlık öykülerine bile de ince bir mizah sızıyor.

Yayınlanma: 22.11.2014 - 11:10
Abone Ol google-news

“Gerçekliği eleştirmek için hiçbir tür bilimkurgu ve büyülü gerçekçilik kadar geniş olanaklar vermez” diyor Yücel ve ekliyor, “Okuyucuyu çekmek istediğim yer de tam olarak burası. Fahrenheit 451, 1984, Mülksüzler'in yazıldığı, okurların o kitaplarla uyanışa geçtiği ruh hali... Mizah ve hayal gücü bizim en büyük silahlarımız.”

Yazar Doğu Yücel, “Hayalet Kitap” ve “Varolmayanlar”ın ardından pusulasını yine öyküye çevirdi. Yücel, “Güneş Hırsızları”nda hırsları için hayattan ışığı bile çalmaya kalkışanların hikayesini yazıyor, öykülerinde karanlıkta güneşi arıyor. Yaratıcı hayal gücü, sözünü esirmeyen sivri dili, ezberbozan tavrı ve yırtıcı mizahi ile tadını damakta bırakıyor “Güneş Hırsızları”.

-“Hayalet Kitap” ve “Varolmayanlar”dan sonra yeni çalışmanız “Güneş Hırsızları” öykü kulvarında insanı sarsan, zaman zaman ezber bozan bir çalışma. Çıkış noktanız, muradınız neydi?

Her öykünün bir derdi, tasası var mutlaka. Ama şimdi fark ediyorum ki, en büyük, en temel derdim iyi öyküler yazmaktı. Gençken okuduğum, beni içine alan, her birinde bambaşka karakterlerle tanıştığım ve zekice olay örgüleriyle beni büyüleyen öykü kitaplarını düşündüm. Calvino’lar, Borges’ler, Vian’lar, Maupassant’lar, Buzzati’ler… Öykü geleneği günümüzde farklılaştı. Bu kitabı yazarken özellikle yeni örnekleri de takip etmeye çalıştım. Ama akılda kalıcılığı olmayan, “çok kısa” süren veya karakterin iç sesinden ibaret öykülerle karşılaştım. Bu kitapta öncelikli derdim her biri birbirinden farklı, her birinin ayrı bir dünyası olan on iki öykü yazmaktı. Bunlardan ikisinin, yine günümüzde çok yazılmayan novella uzunluğunda olmasını istedim. Yaşayan öyküler yazmak en büyük derdimdi. Sayfalardan taşıp okurların hayata bakışını değiştiren, renklendiren öyküler…

-Okurlarından aldığın yorumlara göre daha önce böyle bir etki bıraktığın oldu mu?

Ne mutlu ki, oldu. İlk aklıma gelen örnek ilk kitabımdaki “Bariyer” isimli öykü. Bu öyküden sonra “Artık ne zaman bir otopark bariyeri görsem ürperiyorum, sizin öykünüz aklıma geliyor” diye çok yorum aldım. Çünkü benim sevdiğim iyi öyküler bende böyle bir iz bırakırdı. Mesela Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” öyküsünü okuyan biri sonsuza kadar değişir çünkü ondan sonra göreceği bir at, asla sadece bir at olmayacaktır. Ya da Stephen King’in “Rita Hayworth’ı Seven Adam”ını okuyan biri için duvardaki posterler anlam değiştirir. Ben de bu yüzden “Güneş Hırsızları”nda gündelik objeleri kullanmaya çalıştım. Tarak, tespih, dişçi kerpetenleri gibi objeler bu kitaptan sonra yeni anlam kazanabilirler. Benzer bir etki yol süpürme araçları, troleybüsler ve kediler için de yaşanabilir. Uyarıyorum!

- Öyküler kapınızı çalmıyor, zorluyor bazen de kırıyor. Eşikte beklediği zamanlar az. Biraz öfkeli gibi geldi. Yazmaya başlarken neler sizi besledi, sanki memleketin ruh hali de sızmış içeri gibi.

Öfke beslendiğim duygulardan biri elbette. Bazı öykülerde bu öne çıkıyor. Ama bence kitabın genelinde kendi öfkesiyle dalga geçen bir taraf da var. En karanlık öyküde bile mizahtan uzaklaşmadım. Bu açıdan son bir buçuk senedir yaşadığımız, bir ağlayıp bir gülen halimizin bir yansıması olduğunu söyleyebilirim. Zaten öykülerin çoğu o çalkantılı günlerde yazıldı. Benim kuşağımın ve hayata benim gibi bakanların öfkesi, kırılganlığı, endişesi mutlaka her öyküye orasından burasından sızmıştır.

-Fantastik bir dünyadan yazıyorsunuz. Metaforlarla gerçekler arasındaki sınır flulaşıyor. Okuyucuyu çekmek istediğiniz yer tam olarak neresi?

Bence tam tersi, çok gerçekçi bir dünyadan hayal gücünün bana verdiği araçlarla yazıyorum. Gerçekliği eleştirmek için hiçbir tür bilimkurgu ve büyülü gerçekçilik kadar geniş olanaklar vermez. Zaten tarihe baktığımız zaman baskının arttığı dönemlerde mizah ve bilimkurgu altın yıllarını yaşamıştır. Okuyucuyu çekmek istediğim yer de tam olarak burası. “Fahrenheit 451”, “1984”, “Mülksüzler”in yazıldığı, okurların o kitaplarla uyanışa geçtiği ruh hali... Mizah ve hayal gücü bizim en büyük silahlarımız. Türkiye’de geçen seneye kadar düşsel edebiyata dair ciddi bir önyargı vardı. Artık azaldı. Çünkü “V For Vendetta” olmadan Gezi Direnişi'nin olamayacağı fark edildi.

- “Güneş'in doğmadığı gün” diyorsunuz “güneşimizi çaldılar ve hepsinden önce umudumuzu...”

Güneş Hırsızları” neredeyse ortaokuldan beri kafamda tasarlayıp durduğum bir öykü. Kendi hırsları için hayattan ışığı çalmaya kalkışanlar her daim hayatımızda vardı. Benim aklımdan da hep şu öykü geçiyordu: Bir gün uyanıyorsunuz, bir bakıyorsunuz güneş doğmamış. Biraz bekliyorsunuz, güneş doğmak bilmiyor. Dünya geceye mahkûm oluyor ve kimse sebebini anlayamıyor. Sonra Güneş’in çalındığı ortaya çıkıyor. Ama kim, nasıl, ne zaman orası meçhul! İşte bu fikirden yola çıktım. Dediğin gibi metaforla gerçek arasındaki çizgi belirsizleşti. Tabii bu durum edebiyat için tehlikeli. Alegori bir noktadan sonra kabak tadı verir. Umarım tadını kaçırmadan “Güneş Hırsızları” ile hem daha önce söylediğim bilimkurgu klasikleri gibi muhalif kimliğe sahip hem de tek başına bakıldığında da zevkle okunan bir bilimkurgu öyküsüne imza atabilmişimdir.

- “Güneş Hırsızları” bir seri başlangıcı olabilir mi?

Bugüne kadar yazdığım tüm kitapları görünmez bağlarla birbirine bağlı bir serinin parçası gibi görüyorum. “Güneş Hırsızları” özelikle ilk kitabım “Düşler, Kâbuslar ve Gelecek Masalları”yla kardeş gibi diyebilirim. Kitaptaki bazı hikâyelerin ilk kitabımdaki hikâyelerle yakın akrabalıkları var. Mesela “Hayatın Gıcık Anlamı” isimli öyküm “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı”nın bir nevi devamı. Birbiriyle ilgisiz olsa da, ilk kitaptaki “Bin Bir Gündüz Masalı” ile bu kitaptaki “Aynasız Güzelin Masalı” birbirlerinin yansıması gibi…


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler