Zaman'ın sınavından geçenler

Edebiyat dergilerinde, kimi gazetelerin kültür sayfalarında, kitap eklerinde yıllardır yayımlanaduran "bestseller" ya da "çoksatar" listelerine baktığımda, hep, "satmak" eylemi çekmiştir ilgimi. Bu listeler, yayıncılık alanında, kitap endüstrisinde yaşanan amansız satış yarışının kestirmeden bir uzantısı, bir özeti gibidir.

Yayınlanma: 08.10.2013 - 14:05
Abone Ol google-news

Elbette bir kolaylık sağlarlar okuyucuya, ama okurun kendi seçimini yapmasına fırsat vermeden ya da kendi seçimini kendisine sunulan listeden yapmasına izin vererek. “Çoksatar” listelerinde, adı üstünde, “okuma uğraşı”ndan çok, “satma uğraşı” söz konusudur.

Kaldı ki, böylesi listelere nitelikli edebiyat yapıtlarının pek azı girebildiği gibi, listelerde tepelere tırmanabilen kitapların pek çoğu da kısa bir süre “çok satar”, sonra, zamanla unutulur, yitip gider. 19. yüzyılda ABD’de edebiyata duyulan ilginin gelişmesine azımsanmayacak katkılarda bulunmuş şair ve eleştirmen James Russell Lowell da, bu yüzden, “Zaman’ın bizim için eleştirmiş olduğu eski bir kitap, ne kadar büyük bir güvenlik duygusu verir!” demiş olsa gerek.

CALVINO’NUN DENEMESİ

Lowell’ın bu sözünde, vurgu, “zaman’ın sınavından geçmiş olmak”ta. Zaman, yaşamın ve sanatın en iyi eleştirmeni… Bu da, akla, klasikleri getiriyor ister istemez. Calvino’nun unutulmaz denemesine başvurursak, hani, şu, “… insanların, hiçbir zaman ‘Okuyorum’ demedikleri, genellikle ‘Yeniden okuyorum’ dedikleri kitaplar…” Ya da, “… hem imgelemimize bir daha unutulmamacasına yerleşerek, hem de belleğimizin kıvrımları arasına bireysel ya da ortalaşa bilinçdışı kılığında gizlenerek, belirli bir etki yaratan kitaplar…” Belki de, daha çok, “… ilk okumada verdikleri keşif duygusunu her yeniden okumada veren kitaplar…” Ya da, “… okurlarına söyleyeceklerinin tümünü hiçbir zaman tüketmemiş olan kitaplar…”

KLASİK DENİNCE

Hiç kuşku yok ki, hep, Lowell’ın sözünü ettiği, Zaman’ın eleştirisinden geçmiş olmanın verdiği güvenlik duygusuna sığınalım demek istemiyorum. Okuma uğraşı, yepyeni serüvenlere atılmaya, yepyeni tatları denemeye açık olmayı getirir terkisinde. Kaldı ki, “klasik” tanımlamasını ille de eski kitaplarla sınırlamamak gerekir. Evet, klasik edebiyat denince, Eski Yunan ve Latin metinleri anlaşılır çoğu zaman. Klasikler deyince Cervantes’ten Flaubert’e, Dickens’a, Dostoyevski’ye, daha nicelerinin yapıtlarına uzanan bir edebiyat ikliminde buluruz kendimizi. Ama, Proust ve Joyce gibi, edebiyat ırmağının yatağını değiştirmiş yazarlar da birer klasik değil midir çoktandır? Kafka’dan Borges’e varan nehirde kulaç atan ustalardan söz açıldığında “modern klasikler” terimini kullanmıyor muyuz artık?

CEMAL SÜREYA’DAN
‘GORİOT BABA’

Sözü fazla uzatmayayım. Son haftalarda Notos Kitap Yayınevi’nce yayımlanan ya da yeniden yayımlanan iki klasiğe değinmek niyetim.
İlki, Balzac’ın “Goriot Baba”sı. Ama, ustanın “Vadideki Zambak”ını da çevirmiş olan Cemal Süreya’nın Türkçesinden. Biliyorum, başka çevirileri de var “Goriot Baba”nın. Cemal Süreya’nın çevirisi de ilk kez yayımlanmıyor. Ama Notos Kitap Yayınevi, Süreya’nın Türkçe güzellikleriyle yüklü çevirisini yeniden gündeme taşırken, Frankfurt Okulu adıyla bilinen ve II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da düşünce ortamının canlanmasında önemli payı olan eleştirel kuramın geliştirilmesine azımsanmayacak katkılarda bulunan Theodor W. Adorno’nun “Balzac’ı Okumak” başlıklı incelemesini de eklemiş kitabın sonuna.
ADORNO’NUN YAKLAŞIMI

Belki, her yapıtı, okuruyla, yalnızca okuruyla baş başa bırakmak gerekir. Belki, Adorno’nun pek çok açıdan açımlayıcı incelemesini, “Goriot Baba”nın yayımlanmasına koşut olarak Notos Öykü dergisinde vermek gerekirdi. Tartışılır. Ama, insanın özgürleşme umudunun usçulukta değil, sanatta ve sanatın bireysel özerkliği ve mutluluğu koruma olanaklarında bulunabileceği sonucuna varan Adorno’nun Balzac’a yaklaşımı, hiç kuşku yok ki, Balzac okuruna paha biçilmez zenginlikler taşıyor.
Adorno, Goriot-Vautrin-Rastignac üçgeninde, mantık ilişkisi içinde birbirine bağlanan olaylarla, kendi içinde tutarlı kahramanlarla, sağlam diyaloglarla klasik romanın belki de en iyi örneklerinden biri olan “Goriot Baba”nın yaratıcısı Balzac’ı yorumlarken, köylünün kent karşısındaki umarsızlığından ve meydan okuyuşundan yola çıkıyor:

YARATICI DÂHİYE ÖZGÜ
“Köylü kente geldiğinde, karşısına çıkan her şey ‘kapalı’ der ona. Kalın, ağır kapılar, jaluzili pencereler, gülünç düşmekle cezalandırılacağı için konuşamadığı sayısız insan, hatta satın alamayacağı mallarla dolu dükkânlar - hepsi geri çevirir onu. (…) Kente yeni gelmiş olanın gözünde de kilit altındaki her şey geneleve benzer biraz, gizemlidir ve yasaklananın kışkırtıcılığıyla doludur. (…) Edebiyatta belki de ilk ‘paysan de Paris’ (Parisli köylü) Balzac’tı, neyin ne olduğunu çok iyi öğrendikten sonra bile sürdürdü bu halini. Ama bir yandan da gelişmiş kapitalizmin eşiğindeki burjuvazinin üretici güçleri vücut bulmuştu onda. Yaratıcı dâhiye özgü bir yanıt verdi kapalı kapıların dışında bırakılışına: Pekâlâ, o kapıların ardında olup biteni ben kendim düşünüp bulacağım, dünyanın da dinleyecek bir şeyi olacak böylece!” (Çevirenler: Sabir Yücesoy-Orhan Koçak)
Cemal Süreya’nın çevirisini, tıpkı öteki “Goriot Baba” çevirileri gibi, aslıyla karşılaştırma olanağım yok. Ne ki, günümüzde yayımlanan çevirilerin pek çoğunda rastlanmayan Türkçe ustalığına Cemal Süreya’nın çevirisinde bir kez daha tanık olmak, dilin önemini önemseyen, yalnız önemini önemseyen mi, güzelliklerinin, inceliklerinin tadına varabilen her okuyucuyu mutlu etmeli.

TOMRİS UYAR’DAN POE

Notos’tan çıkan bir başka klasik ise, Edgar Allan Poe’nun on üç öyküsünü içeren “Kızıl Ölümün Maskesi”. Bu kez, bir başka Türkçe sevdalısının, çeviri ustasının, Tomris Uyar’ın dilinden. Kuşkusuz, bu çeviri de ilk kez yayımlanmıyor; ama Notos, topu topu kırk yıllık yaşamında bu dünyayla bir türlü uyum kuramayan Poe’nun öykülerini, edebiyatımızın “uyumsuzlar”ından, hiç uzlaşmamayı, hep başkaldırmayı seçen Tomris Uyar’ın çevirisiyle yeniden yayımlamakla, “uyumlu” bir seçim yapmış.
Güzellik ve ölümün gizemli yazarı Poe’nun özellikle Avrupa’da tanınmasında Baudelaire’in payını yadsımak olanaksız. “Goriot Baba”nın sonuna Adorno’nun incelemesini yakıştıran Notos, “Kızıl Ölümün Maskesi”nin sonuna da Baudelaire’in bir Poe incelemesini düşürmüş:

BİR MÜCEVHER GİBİ
“Poe’nun düşünen insanların hayranlığını fethetmesi, ününe neden olmuş bu maddi mucizelerinden değil, güzellik sevgisinden, güzelliğin uyumlu koşullarını bilmesinden, derin ve dertli, yine de inceden inceye işlenmiş, kristal bir mücevher gibi parlak ve düzgün şiirinden, bir zırhın halkaları gibi sıkı, kibar ve titiz ve en hafif bir niyetin okuru istenen hedefe doğru yavaşça itmeye yaradığı katıksız ve tuhaf, hayranlık verici üslubundan ve nihayet, özellikle bu çok özel deha sayesinde ahlaki düzendeki istisnayı kusursuz, şaşkınlık verici, dehşetli biçimde betimlemesini ve açıklamasını sağlamış olan bu eşsiz mizacından kaynaklanır. Yüz yazar arasından bir örnek alırsak Diderot kanlı canlı bir yazardır; Poe ise, sinir sisteminin yazarıdır, hatta daha fazlasıdır - tanıdıklarımın en iyisi…” (Çeviren: Işık Ergüden)

AZ MUTLULUK MU?

On dokuzuncu yüzyıl klasik edebiyatının bu iki büyük ustasının, “İnsanlık Komedyası” başlığı altında topladığı, çağının insanlarını fotoğraf makinesine benzer bir bellek gücüyle sınıf ayrımları ve uğraşları içinde yansıtan roman ve öyküleriyle pek çoklarının “romanın Shakespeare’i” diye nitelediği Balzac’ın ve gizem ve korku edebiyatının gelişimine büyük katkıda bulunan öyküleriyle polisiye ve bilimkurgu gibi türlerin öncüsü kabul edilen Poe’nun yapıtlarını, Türkçemizin iki ustasının, Cemal Süreya ve Tomris Uyar’ın çevirilerinden okumak, az mutluluk mu?..


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler