Haruki Murakami'den “Uyku”

Kitapları tüm dünyada ilgiyle karşılanan, okurlarının Nobel almasını beklemekten usandığı Japon yazar Haruki Murakami’nin Türkçeye çevrilen kitabı “Uyku”, eşsiz hayal gücünün imkân verdiği başka türlü bir perspektifle ele alıyor konuyu. Gökçe Gündüç'ün yazısı.

Yayınlanma: 17.09.2015 - 15:55
Abone Ol google-news

Haruki Murakami'den “Uyku”

Ölümün ikizi

Zihindeki dünyayla gerçeği arasındaki ilişki, bu ikisinin ne kadar örtüşüp örtüşmediği, bize bunlardan hangisinin daha gerçek geldiği, Haruki Murakami’nin üzerinde düşündüğü konulardan bazıları. Gerçek dünyanın zihinde kurulanı etkilediği, yönlendirdiği, hatta çoğu zaman zihindeki dünyanın yasalarını da belirlediği zaten malûm. Bunu bir adım öteye götüren Murakami ise tersinin mümkünlüğünü de sorguluyor olmalı ki Sahilde Kafka, Zemberekkuşu’nun Güncesi, Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları gibi romanlarında bu noktada kafası karışmış karakterlere rastladık. 

Bunlardan ilkinde, gazetede babasının tam da hayal ettiği gibi öldürüldüğünü okuyan genç adam, bu yüzden suçluluk duyuyordu; bir diğer kitapta karısıyla çıkmaza giren ilişkisini çözümlemek konusunda rüyalarında epey aşama kaydeden karakter bunun meyvelerini gerçek hayatta da topluyordu; öteki romanda rüyalarında aynı kadınla defalarca seviştiğini gören adam, o kadına tecavüz ettiğine ilişkin iddiaları gönül rahatlığıyla yalanlayamıyordu. Konu zihinken meselenin sadece bu gerçeklik karmaşası olamayacağının elbette Murakami de farkında. Çünkü zihnimizin ne kadarının bilincindeyiz, ne kadarı bizden saklı sorusu da psikolojinin gururla onaylayacağı üzere, az önce değindiğim noktalardan belki daha etkili. Üstelik gerçeklik karmaşası da pekala buradan doğuyor olabilir. Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, bu mevzuyu masaya yatırarak zihnimizde bulunan ama erişemediğimiz bir dünyayı işaret ediyor ve oraya ulaştığımız takdirde dünyanın sonunun gelebileceğini düşünüyordu. Rüyalar, taşıdığı tüm o sembollerle zihnimizin farkında olduğumuz tarafıyla olmadığımız tarafı arasındaki köprüydü, ki Murakami rüyaları hep ustalıkla kullanır. Fakat bu kadar da değil...

Bir de başlı başına ele alınması gereken uyku konusu var. Uykuya dalan bilinçle uykuya dalamayan bilincin, uykuya ihtiyaç duyan bir bedendeki zihinle uykuya ihtiyacı kalmayan bir bedendeki zihnin farklı çehreleri var. Kitapları tüm dünyada ilgiyle karşılanan, okurlarının Nobel almasını beklemekten usandığı Japon yazar Haruki Murakami’nin Türkçeye çevrilen kitabı Uyku, işte bunları ele alıyor fakat yazarın o eşsiz hayal gücünün imkân verdiği başka türlü bir perspektifle...

ÖLÜMLE YÜZLEŞMEK

“Çıplak halde aynanın karşısına geçmek hoşuma gider. Dahası, siluetimin yumuşak hatlarını, vücudumun hâlâ koruduğu diriliğini seyretmeyi severim. O görüntüde bir şekilde benim için son derece önemli bir şeyin var olduğunu hissederim. Ne olduğunu bilemiyorum ama yine de bunu yitirmek istemiyorum.” Uyku’nun aynı zamanda anlatıcısı da olan baş karakteri, dış görünüşüne önem veren ve bu görünüşün devamlılığını sağlamak için her gün düzenli olarak spor yapan bir kadın. Az önce alıntıladığım ifadelerinde bize bu görüntüdeki o son derece önemli şeyin farkına bilinç düzeyinde varamadığını açık ediyor.

Baş karakter, o yitirmek istemediği şeyin adını koyamasa da Murakami onun yaşam enerjisi olduğunun, kadının ölümden korktuğunun bilincinde şüphesiz. Kadın aynaya bakar, gençliğin ve güzelliğin vücudunu henüz terk etmediğini görür, ölüm hâlâ uzağındadır; sürdürdüğü hayattan pek memnun olmasa bile onu değiştirebilecek zamanı hâlâ var. Yani yitirmek istemediği şey zaman aslında, ilerleyen günlerde hatırı sayılır bir şeyler yapacak, dünyada iz bırakacak ve bu sayede bedeninin yok olacağı gün geldiğinde, geride bıraktıklarıyla avunacaktır. Fakat günün birinde hayatın umduğu yönde akmadığını ve akmayacağını anlar, bunu anlamak onun için son derece travmatiktir, uykusuzluk da bunu anladığında başlar: “İşte benim hayatım böyledir. Daha doğrusu uyuyamaz hale gelmeden önceki hayatım böyleydi. Ana hatlarıyla söylemek gerekirse her gün aşağı yukarı aynı şeylerin tekrarıydı. Basit bir günlük tutuyordum ama iki üç gün yazmayı unutunca neyin hangi gün olduğunu ayırt edemez hale geldim. Dün evvelsi günle yer değiştirse bile hiç tuhaf gelmeyecek gibiydi. Bu nasıl bir yaşam, diyordum arada sırada. Bunu söylerken bir sahtelik hissediyor değildim. Yalnızca şaşırıyordum işte. Dünle evvelsi günü ayırt edemememe, böyle bir yaşam içerisinde sıkışıp kalmış, yutulmuş olduğum gerçeğine. Bıraktığım ayak izlerinin ben daha dönüp bakmaya zaman bulamadan, göz açıp kapayana kadar rüzgarla silinip gittiği gerçeğine (...) Fakat şimdi artık uyuyamıyorum. Uyuyamaz hale geldikten sonra günlük tutmayı da bıraktım.”

Baş karakterin -bize anlatıldığı kadarıyla- 17 gün süren uykusuzluğu işte böyle bir psikolojiye ulaştığı anda başlar. Bu aslında sadece bir uykusuzluk değil; o dönem sadece uykusuzluk çekmemiş aynı zamanda hiç olmadığı kadar uyanır çünkü. Uykusuzluğu başlatan ve her haliyle ölümü sembolize eden o korkunç rüyadan sonra, evlenip çocuk sahibi olmadan önce hoşlandığı şeyleri yapmaya yeniden başlar. Edebiyat onun uzun zamandır vakit ayıramadığı tutkusudur, böylece klasikleri -özellikle de Tolstoy’un Anna Karenina’sını- elinden düşürmez olur (Murakami’nin Anna Karenina’nın üzerinde tesadüfen durmadığını, özellikle romanın "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" şeklindeki ilk cümlesini yok yere alıntılamadığını, Uyku’da ele aldığının birbirine benzeyen o “mutlu” ailelerden biri olduğunu sanırım sizler de takdir edersiniz). “Evet, kocam bana iyi davranıyor. Hem nazik, hem de düşünceli davranıyor. Beni aldatmıyor, çok da çalışıyor. Ciddi ve herkese karşı kibar. Arkadaşlarımın tümü ağızbirliği etmişçesine ‘Öyle iyi bir adam hiçbir yerde yok’ diyor. Şikâyet edecek tek bir yanı yok, diye düşünüyorum ben de. Fakat işte bu şikâyet edecek tek yanının olmaması arada sırada sinirimi bozuyordu. O ‘şikâyet edecek tek bir yanı yok’ ifadesi içerisinde, hayal gücünün dâhil olmasına izin vermeyen bir şeyler, insanı tuhaf bir şekilde geren bir şeyler vardı. Bu da benim tepemi attırıyordu.”

MURAKAMİ’NİN HAYAL GÜCÜ

Yukarıda Murakami’nin konuyu, hayal gücünün mümkün kıldığı farklı bir perspektiften ele aldığını yazmıştım. Çünkü Murakami, ana karakterini sıradan bir uykusuzluğun pençesine bırakmıyor. Bu ayrımı da kitabın ilk sayfalarında, baş karakterine gençliğinde çektiği, o hepimizin tanıdığı uykusuzluğu anlattırarak yapıyordu. O günlerde “uyumaya çalışan bir beden ve aynı zamanda uyanık kalmaya çalışan bir zihinken” bu defa durum tamamen farklıydı çünkü bu sefer bedeninin de zihninin de uykuya hiç ihtiyacı yoktu; yorgunluk hissetmiyordu ve sağlıklı bir uyku düzeni varmışçasına dinç ve hatta eskiden olduğundan daha enerjikti. Burada diyebiliriz ki Murakami, kendisine “Eğer uykuya hiç ihtiyaç duymasaydık ve normalde uykuya ayırdığımız zaman bize kalsaydı nasıl olurdu?” diye sormuş. Hiç kimsenin haberdar olmadığı bu zaman diliminde, yapmak zorunda olduklarımızın ötesine geçerek yapmak istediklerimize vakit ayırabilir, gerçekten yaşayabilirdik belki...

Uyku, eski çağlardan bu yana ölümün ikizi olarak anılır. Ölüm korkusu kontrolden çıktığında, kendi faniliğini hayal edemeyen zihnin, en önce uykudan el etek çekmesi şaşılacak şey değildir elbette. Murakami de kitabın sonlarına doğru “Gözlerimi kapatmayı denedim. Sonra uyumanın nasıl bir his olduğunu hatırlamaya çalıştım. Fakat orada yalnızca uykuya yer olmayan bir zifiri karanlık vardı. Uykuya yer olmayan bir zifiri karanlık… Bu, zihnimde ölümü çağrıştırdı,” diyor zaten. Dört bin yıl önce yaşayan Gılgamış ölümden ne kadar korkmuşsa biz de yine o kadar korkuyoruz, buna çare yok. Ama bizi gerçekten tatmin eden, anlam atfedebildiğimiz bir yaşam sürerek onu hafifletebiliriz belki.

Uyku/ Haruki Murakami/ Çeviren: Hüseyin Can Erkin/ Doğan Kitap/ 90 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler