Alev Karaduman'dan "Anlıyorum Ama Konuşamıyorum"

Alev Karaduman'ın kitabı "Anlıyorum Ama Konuşamıyorum", etrafı tarafından yadırganmalarına karşı koyarak kimliklerini keşfe çıkan Kürt gençlerinin hikâyelerini anlatıyor. Karaduman'la kitabını Sibel Oral konuştu, Yavuz Ekinci de bu sohbete bir değerlendirme yazısıyla katıldı.

Yayınlanma: 18.09.2015 - 16:32
Abone Ol google-news

Alev Karaduman'dan "Anlıyorum Ama Konuşamıyorum"

'Biri cesaret edebilsin istedim'

Alev Karaduman'ın kitabı "Anlıyorum Ama Konuşamıyorum", etrafı tarafından yadırganmalarına karşı koyarak kimliklerini keşfe çıkan Kürt gençlerinin hikâyelerini anlatıyor. Büyük şehir ortamında yetişen bu gençlerin hikâyeleri; kâh hüzünlü, kâh eğlenceli, kâh içine kapanmaya iten, öfkelendiren, kâh öğretici, olgunlaştırıcı bir kendini bulma tecrübesi. Karaduman'la kitabını konuştuk.

- Şark Islahat Planı’nın 14. maddesinden, tek partili dönemdeki Kürtçe yasaklarına ve tabii ki "Türkçe Konuş Vatandaş" baskılarından bugüne sence ne değişti Kürtçenin Türkiye topraklarındaki mevcudiyeti üzerinde?
- Bu soru sanırım "bence" diye başlayacağım cümlelerin ötesinde bir durum. Zaten bilinen bir yaşanmışlık ve gelinen bir nokta var ortada. Kürtçe yüzyıllardır farklı siyasi koşullarda ve ilişkiler bütününde kendini bugünlere getirebilmiş bir dil. Bunun en önemli sebebi de bu konuyla ilgili özellikle o coğrafyadaki insanların inadı, inatçılığı diyebiliriz. Ama öte yandan hâlâ anayasal bir güvence olmadığı için, her an kriminalize edilmesi mümkün tabii ki. Batıda ise süreçlerden değişimlerden bağımsız bir şekilde dille bağı gittikçe zayıflayan bir Kürt gençliği var, zaten bu kitap da onların hikâyesi…

- Bu kitabın elbette senin de kişisel tarihinden kaynaklı bir çıkış noktası var. Önce senin dille, dilinle olan hikâyenden başlayalım.
- Ben anadili Kürtçe olan bir anne babanın çocuğuyum. Annemle babamı birbiriyle Türkçe konuşurken çok az görmüşümdür herhalde ama bizimle bilinçli bir tercih olarak Türkçe konuştular. Okula gittiğimizde zorlanmayalım diye, aksanımız olmasın diye bilerek yapmışlar bunu. Ama bir yandan da duyuyorsunuz tabii etraftan, babaannem halalarım hiç Türkçe bilmez ve bir şekilde anlaşmamız lazım. Yıllarca duya duya Kürtçeyi anlayabilen ama konuşmaya çalışınca dilinin ucuna İngilizce kelimeler gelen yarım, sakat bir durum oluştu.

- Sen Türk Dili ve Edebiyatı mezunusun. Bunu düşündüğümde Kürt olan edebiyatçılarımızın “Türk” yazar olarak anılması, “Türk edebiyatı” yazarı olarak anılması geliyor. Ben Türk edebiyatı değil de Türkçe ya da Türkiye edebiyatı olarak kullanıyorum. Edebiyat alanında eğitim görmüş biri olarak senin bu konudaki fikrini merak ediyorum.
- Türkçe edebiyat en uygun ifade gibi geliyor. Ama bir yandan da Türkiye’de büyüyen bir Kürt olarak "Türk" kelimesini büyürken o kadar doğal, o kadar kendi kendinize üstleniyorsunuz ki, bir yerden sonra iğreti bile gelmiyor. Türk eğitim sistemi diyoruz, Türk sporcu, biz Türkler diye gururlanıyoruz biri ödül alınca. O nedenle duyarlılığınız istemeden yıllar içinde çok törpüleniyor.

"DİLİ BİLMİYORUZ AMA CANAVAR GİBİYİZ"

- Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’un temelleri nasıl atıldı, nasıl bir ihtiyaç doğrultusunda çalışmaya başladın?
- Aslında ihtiyaç başından beri ortadaydı. Hayatım boyunca hep şöyle oldu; biri nerelisin diye sorar. Doğubeyazıtlıyım derim. Aa Kürt müsün der gözleri parlayarak. Evet derim. Kürtçe biliyor musun der; büyü bozulur. Anlıyorum ama konuşamıyorum derim. Utanırım, sıkılırım, ezilirim o cevabın altında. Bu kitabı yazmaya karar vermem de aynı cevabı verirken aynı ezikliği yaşayan, bir zümrenin olduğunu fark etmemle oldu. Kürt meselesine insanlar bir de bu taraftan baksınlar istedim, yarım kalmışlıklarını dile getiremeyen, bu kadar gerçek acının olduğu bir düzlemde kendi "lüks" kaçabilecek asimilasyon hikâyelerini de biri anlatmış olsun istedim. Onların yerine biri cesaret edebilsin istedim.

- Peki, kitapta sana hikâyelerini anlatan insanlarla nasıl bir araya geldin, onları neye göre buldun ve hikâyelerini dinledin?
- Kolay olmadı. Ortalıklarda "Bana asimile Kürt lazım," diye dolaştığım bir dönem hakikaten vardı(!) Tanıdıklar aracılığıyla bir sürü farklı isme ulaştım ancak benim için dille ilişkilerinin anlıyorum ama konuşamıyorum boyutunda olması en önemli kriterdi. Şehir ve Kürtlük başlığı altında çok enteresan kişilere hikayelere ulaşıp, sırf Kürtçeyi iyi konuşabildikleri için elemek zorunda kaldığım da oldu. Hikâyelerini anlatan kişiler için de çok büyük bir özveri söz konusuydu. Hepsi hayatlarındaki en büyük sorunsalı, yarım kalmış kimliklerinin acısını ikilemlerini paylaştılar. Buradan tekrar hepsine çok teşekkür ederim…

- “Kürtler anadillerini konuşamıyorlar, zulüm görüyorlar, kısacası ortada bir kimlik sorunu var, demeye başlamıştım” diyor mülakat yaptığın kişilerden biri. Genel kanı, dilin kimlikle bir olduğu yönünde değil mi? Dil yoksa kimlik de yok, değil mi?
- Dil ve kimliğin bir tutulduğu oluyor tabii ama bir savunma da var kitaptaki mülakatçılarda. Hemen hepsinin "Tamam dili bilmiyoruz ama canavar gibiyiz" tadında cümleleri var. Mümkün mertebe kültür dairesi içerisinde kalarak, dille ortaya çıkan kimlik sorununu yamamaya çalışıyorlar bir yerde.

- Dilin kimlikten de öte kişiliğe de etkisi var şüphesiz. Dil aracılığıyla var ediyorlar kendilerini, değil mi?
- Anadilim başka bir dil olsaydı başka biri olur muydum? Olmazdım muhtemelen ama başka şeyler düşünürdüm, başka şakalar yapardım, başka türküye ağlardım. Bizim gibi iki arada bir derede olanlarda da benzer bir çeşitlilik var. Küfürlerin hepsini iki dilde biliriz mesela, annemizin bize kızdığı zamanki Kürtçe azarlarını, düğünlerimizdeki Kürtçe tekerlemeleri şarkıları biliriz, bazen de bilmeyiz ama anlarız hissederiz gibi.

- Dilin dışında görüşmelerin geneline baktığımda dikkatimi çeken bir şey daha var aslında, o da şu; Ahmet Kaya’ya yapılan linç girişimi, Abdullah Öcalan’ın yakalanması görüştüğün kişilerde birer kırılma noktası olmuş. Dil kadar da önemli kırılmalar sanırım bunlar…
- Kesinlikle. Çünkü Kürt gibi olmaması gereken bir Kürt olarak büyürken bazı kırılmalar sizi kendinize getiriyor, sarsıyor. Kimlik arayışı tam da böyle kırılmalarla başlıyor devam ediyor. Ahmet Kaya bu kitabın önemli bir parçası çünkü o da batıda kabul görmüş, Türkçe müzik yapan biriydi. Ve bizim gibilerimizin evinde Şiwan’lar Haco’lar değil de Ahmet Kaya dinlenirdi. Kim ya da ne olduğunu bildiğimiz ama onlarca hisli Türkçe türkü aracılığıyla üstünü örttüğümüz bir kandırmaca vardı ortada. O linç girişimiyle artık kanmamaya başlıyor anlatıcıların hepsi…

"UMUT HÂLÂ VAR"

- Görüşmelerinden birinde Türk bayrağı Gezi’den sonra benim için normalleşti ifadesi var. Genel olarak görüştüğün insanlarda bayrak algısına dair ne söylersin?
- Şöyle bir anı belki yardımcı olur açıklamaya. İlkokuldayken birgün ben de heves edip 19 Mayıs’ta bayrak almıştım. Eve heyecanla girip "Anne bak bayrak aldım!" dediğimde, o kadar apolitik annem bile "Kızım biz Kürt'üz, bayrak asarsak millet, akrabalar ne der?" demişti. Eğitim sistemi tarafından önce çok sevilen sahiplenilen, sonra ailelerin bu tavrından dolayı bir mesafe oluşan, sonra da politik görüşlerine göre yön değiştiren bir süreç işliyor sanırım. Bayrak, Atatürk… Bunlar büyüdükçe bu zümrede hep birer travmaya dönüşüyor diyebilirim.

- Gülten Kaya da önsözde belirtiyor: “Kendilerini ortada bırakılmış hisseden bir kuşak var.” Hatta kaç kuşak var, yenileri de geliyor ve halklarına karşı uygulanan baskı ve ölümler devam ediyor. Görüştüğün insanların birçoğunun umutlu olduğunu gözlemledim. Sen ne düşünüyorsun; hem gerideki kuşak hem de yeni kuşak umutlu mu?
- Hayattaki en gerçek duygunun umut olduğuna inandım ben hep. Başımıza gelen en kötü şeylerden sonra bile kabul etmek istemediğimiz bir umut kalır içimizde. Her şey daha iyi olacak mı? Bilinmez… Ama umut olmasaydı; savaş da olmazdı barış da. Şu an bir savaş devam ediyor ama insanlar direniyor, içlerindeki kendilerine dahi itiraf etmediği umut bunu onlara yaptırıyor belki. Buradaki biri de orada ölen çocuğun adını ve yaşını başına hastag koyarak yazıyor. Bir şeyi göstermeyi umut ediyor, birini anlamayı, birine anlatmayı umut ediyor. Yani umut hâlâ var bence, bu istek olduğu sürece de olacak.

[email protected]

Anlıyorum Ama Konuşamıyorum/ Alev Karaduman/ İletişim Yayınları/ 288 s.

Kitabın tanıtım videosu için: https://vimeo.com/139609393


Sırttaki kambur

Yavuz EKİNCİ

Devletsizlik, dilsizlik ruhta zamanla tamiri mümkün olmayan yaralar açar. Bu yaralar her geçen gün biraz daha irin toplayıp büyür. Toprağı dört ülkenin sınırları arasındaki Kürtleri bir arada tutan en önemli ortak değerdir dilleri. Bu yüzden sistematik olarak dört ülke de zaman içerisinde Kürtçeyi yasaklamış. Kürtçe üzerindeki yasaklar kalksa da bu tedirginlik hâlâ devam ediyor. Nitekim daha birkaç gün önce Sedat Akbaş, İstanbul’un göbeğinde annesiyle telefonda Kürtçe konuştuğu için altı kişinin bıçaklı saldırısına uğrayıp öldürüldü. Onun faillerinin tutuklanıp cezalandırılmayacağını herkes bilir. Bu olayın tam tersini düşünün. Toplumda nasıl bir infial yaratırdı. Oysa Sedat Akbaş’ın ırkçı saldırıya uğraması hiç görülmedi. Bu nedenle birinci kuşak devlette çalışan veya metropollere göç eden aileler Kürtlüklerini hep saklama gereği duymuşlardır. “Annem Kürt olduğumu kimseye söylemememi öğütlerdi” diyor Alev Karaduman da...

Alev Karaduman, Anlıyorum Ama Konuşamıyorum adlı kitabında dilini, Kürtlüğünü bir kambur olarak görenleri mercek altına almış. Kitapta dokuz bölüm var. Ve her bölümde farklı birinin hikâyesini okuruz. Burada hikâyelerini okuduğumuz bireylerin ortak noktası ailelerin çocuklarını Kürtçeye, Kürtlüğe uzak bir şekilde büyütmeleri. Kürtlüğünü saklama, Kürtçeyi katiyen öğretmeme üzerine kurulu bir denklem. Çünkü aileler çocuklarını dışlanmışlıktan, ayrımcılıktan korumak istiyorlar.
Hikâyelerini okuduğumuz bireyler farklı yerlerde doğmuş, ailesi farklı konumlarda olan kişilerden oluşuyor. Kiminin ailesi öğretmen, kiminin işçi, kiminin esnaf, kiminin sendikacı, kiminin memur…
Mahir Yeşilova Van'lı, İnanç Zorlu Kars'lı, Cebbar Urfa'lı, Özlem Sara Çekiç Konya'lı, Eylem Yaşar Diyarbakır'lı, İsmail Gedikli Muş'lu, Avaşin Nüpelda Can Dersim'li, Önder Baran Adıyaman'lı ve kitabın yazarı Alev Karaduman Ağrı Doğubayazıt'lı. Hikâyeleri anlatılanların aileleri farklı mesleklerde, siyasi görüşlere sahip olsalar da ortak noktaları Kürtlüğe ve Kürtçeye olan uzaklıkları. Aileleri ısrarla onları Kürtçeden uzak tutmuşlar. Bu ailelerin büyük çoğunluğu zamanla metropollere göç etmişler. Kürtçe, zamanla ailede gizli konuların konuşulduğu dile dönüşmüş ve Kürtlük bir bela olarak görülmüş. Alev Karaduman kendi hikâyesini anlattığı dokuzuncu bölümde adeta bu duyguyu yaşayan binlerce insanın yaşadıklarını, hissettiklerini anlatır. “Ailemiz bizimle hiçbir zaman Kürtçe konuşmadı. Kürtlük ailemiz için başa bela açan bir şey olarak kodlandığından ne kadar az Kürt olursak o kadar iyi” der.
Kürtlüğü sırtında bir kambur gibi görüp büyüyen bu kuşak gençlerinin en büyük eksiklerinden biri de dedeleri ve nineleriyle hiçbir iletişim kuramamaları. Dedeler ve neneler torunlarına bir hafıza devretme görevini görürler. Bu çocuklar bu hafızadan mahrum kaldıkları için köksüzdürler. “Nenem öldüğünde 8-9 yaşlarındaydım ve onunla doğru düzgün iki laf etmişliğim yoktur. Dünya bir yerde tersine döndü, torunlar nenelerinden Kürtçe öğrenecekken neneler torunlarıyla anlaşabilmek için Türkçe öğreniyor.”
Kürtlerin sınırlarında yaşadıkları devletler onlara devletleriymiş gibi davranmıyor. Bu yüzden kendilerini hep sahipsiz hissediyorlar ve tedirgin büyüyorlar.

Hikâyeleri anlatılan yazarla birlikte dokuz kişide ailenin bütün önlemlerine ve gizlemelerine rağmen bir şekilde Kürtlüklerini hatırlayıp ardına düşmüşler. Ailelerin saklamaları bu yüzden başarısız olmuş. Fakat bu utanma, gizlenme, küçümseme bireylerde hiçbir zaman tedavisi mümkün olmayacak rahatsızlıklar doğurmuş. Anlıyorum Ama Konuşamıyorum devletin yaratmak istediği Kürt tipinde en çok ruhları yara alanların hikâyelerinin anlatıldığı çok önemli bir kitap.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler