Celil Oker'den “Sen Ölürsün Ben Yaşarım”

Celil Oker'in yeni polisiye romanı “Sen Ölürsün Ben Yaşarım”da, dedektif Remzi Ünal, Hisarüstü'nde yaşayan ihtiyar bir çifte, büyük bir inşaat firmasının şantiyesinde kaza geçiren oğullarının hak mücadelesinde yardım etmek üzere yeni bir maceraya koyuluyor.

Yayınlanma: 27.10.2015 - 16:15
Abone Ol google-news

Celil Oker'den “Sen Ölürsün Ben Yaşarım”

'Katiller de tuhaf maktuller de!'

Celil Oker'in yeni polisiye romanı “Sen Ölürsün Ben Yaşarım”da, dedektif Remzi Ünal, Hisarüstü'nde yaşayan ihtiyar bir çifte, büyük bir inşaat firmasının şantiyesinde kaza geçiren oğullarının hak mücadelesinde yardım etmek üzere yeni bir maceraya koyuluyor. Roman, mahalleleri rant hırsıyla birer birer beton yığınına çevrilen İstanbul'un devcil binalarının arasında, sıkışık trafiğinde ve acımasız iş dünyasında geçiyor. Memleketimizden, yıkılan kent ve ayrı dünyalardan insan manzaraları eşliğinde gelişiyor. Kentsel dönüşüm adı altında dönen dolaplar, para ve siyasetin kirli işbirliği götürüyor parmakları tetiğe bu kez. Oker'le “Sen Ölürsün Ben Yaşarım”ı konuştuk.

- Kentsel tahribatın insanlar ve siyaset üzerindeki tahribatla birebir ilerlediği, peteğinde çürüşen, yozlaşan toplum değerlerine ve sosyal tespitlere çok daha dikkat kesilen bir roman Sen Ölürsün Ben Yaşarım. Polisiyeyi küresel kültürü soğurmuş yeni dünya hattıyla buluşturuyorsunuz bu kez. 
- Resmini çizdiğiniz durum, günlük hayatımda, hepimize olduğu gibi üstüme üstüme gelen kötülük. Evden okula, okuldan eve gidip gelirken içimden saydırdığım bir ilişkiler bütününe yer vereyim bu kez dedim Sen Ölürsün Ben Yaşarım'ı yazarken. Malzeme boldu, orada duruyordu. Ben araları doldurdum sadece. Umarım olmuştur. Ya da bir korku, umarım o sosyal tespit dediğimiz şey, fazla kaçmamıştır.

“İNSANLARIN GÖRMEYECEĞİ NOKTALARA DA YATIRIM YAPMAK ZORUNDASINIZ”

- Aksine “ne kadar yazılsa az” dense yeri! Mesela mekân tasvirleri... Bu tespitleri ortaya koyarken vurguyu güçlendiriyor. O plaza labirentleri, tipleri, soğuk, gri otoparklar... İnşaat firması binasının ihtişamıyla(!) binanın Ulaştırma bölümünün iç içeliğindeki tezatlık... Beter bir galaksi gibi yörüngesine gireni tüketiyor. 
- Uzun zamandan beri, görkem dediğimiz şeyle ilgili okuduğum bir kitaptan, yazıdan kaynaklanıp kaynaklanmadığını kestiremediğim bir teorim var. Bu teoriye göre, görkemin kendisini ifade edebilmesi, o görkemli şey neyse o şeyin belli bir bakış açısından algılanmasına bağlı çoğu kez. Fiziksel bir bakış açısından bahsediyorum burada. Tersinden, arka tarafından bakarsanız görkem yok olur birden. Dünyanın en güzel masasına alttan baktığınızda gördüğünüz çatlaklar, pürüzlü yüzey, lekeler, vida başları, kurumuş sümük gibi unsurlarla görkemin kalkıp gitmesi gibi. Düğün salonları bu teorinin başka örneği. Misafirlerin tarafından bakıldığında o süsler, perdeler, balonlar, ışıklar iyi kötü bir görkemin işaretleri. Garsonların girip çıktığı o kapının arkasından bakarsanız, bir daha hiçbir düğün salonuna ayak atmazsınız. Teorinin devamında hakiki görkemin tanımı geliyor. Buna göre hakiki görkem, ters taraftan bakıldığında da kaybolmayan bir görkemlilikle belirlenir. Var mı, örnekleri ne bilemiyorum ama elde etmesi zor ve pahalı olsa gerek. İnsanların görmeyeceği noktalara da yatırım yapmak zorundasınız. Sen Ölürsün Ben Yaşarım'ı yazarken bu bakış açısı meselesi hiç terk etmedi beni. Görkem kavramının yerine hangi insani niteliği koyarsanız koyun, çoğu tersten bakıldığında dağılıp gidiyor. Bu kitapta bu türden durumlar daha çok diye düşünüyorum.

“OLAN HEP ÖLENLERE OLMUŞTUR, GERİDE KALANLAR YAŞAR”
- Dedektif Remzi Ünal, bu macerasında sıtkı sıyrılmış daha sıyrık ama yapbozun parçalarını birleştirmede daha serileşmiş halde çıkıyor okur karşısına. 
- Günümüz Türkiyesi'nde canımızın her gün bir öncekinden biraz daha sıkkın olması doğal. İnsanlarımız peş peşe öldürülüyor. Remzi Ünal da başka bir Türkiye’de yaşamıyor, sıtkının sıyrılması normal. İşiyle ilgili tutumuna gelince, o yıllar içinde pek değişmedi. Aşkın bir adalet duygusunun peşinde koşturmuyor Remzi Ünal. Tutum belirlemek zorunda kaldığı her seferinde, hangi yolu seçse yanlış olacağını ve bu yüzden ne yaparsa yapsın doğru olacağını belli belirsiz kestiriyor. Çünkü o bir kurum değil, insan. Hayatı baştan sona ahlaki ikilemlerle dolu. Olay çözme tekniklerine baktığımızda biliyorsunuz, parmak izi, DNA, şu bu teknik yöntemler Remzi Ünal’a çok uzak. Adamın işi katilleri bulmak değil ki onlarla uğraşsın. Kendisinden istenen basit bir görevi yerine getirmeye çalışıyorken insanlar birbirini öldürüyorsa Remzi Ünal ne yapsın? O hem ekmeğini kazanmak hem de o karmaşa içinde başına bir bela gelmesini engellemek için debeleniyor. O yüzden gereğinde tehdit, gereğinde şantaj, gereğinde pazarlık, gereğinde akıl yürütme, gereğinde yalan ve blöf tekniklerini kullanıyor. Kendisini ve vardığı sonuçları da çok ciddiye almadığı için kimsenin hayatını değiştirmek istemiyor. Ama heyhat! Bir romanın içinde yaşıyor ve sürekli değiştiriyor hayatları. 

- Ve “Ölenler ölür, gömülenler gömülürdü. Onlar ölür, biz yaşardık” sonucuna bir kez daha varıyor. 
- Dünya biraz da bu gerçeğin üzerinde dönmüyor mu? Olan hep ölenlere olmuştur, geride kalanlar yaşar. Perişan yaşar, yaralı yaşar, eksik yaşar ama yaşar. Çok sevdiğim insanların cenaze töreninin bitiminde, diğer mezarların arasından geldiğimiz otomobillere doğru yürürken bacaklarımın tutmayıp yere düşeceğimi sanırdım başta. Düşmüyorsunuz, yürüyorsunuz. Düşseniz bile yanınızdakiler kaldırıyor sizi.

“DÜNYA, HABİL VE KÂBİL'DEN BU YANA TUHAF!”

- Tuhaf dünya, tuhaf insanlar, tuhaf katiller, tuhaf maktuller... Yapıtta yinelenen bu “tuhaf”tan kasıt ne? 
- Tersinden bakalım: Tuhaf olmayan bir katil olabilir mi? Nedeni ne olursa olsun, başka bir canlının hayatını elinden almak normal midir, norm olabilir mi? Dolayısıyla bütün katiller tuhaftır. Bunu kabul edince maktullerin de tuhaf olduğu fikri kendiliğinden doğrulanıyor. Yaşayıp gitmek varken, öldürülmek tuhaf değil de nedir? Bu tür insanların var olduğu bir dünya, yani Habil ve Kâbil’den beri, tuhaf değil mi? Tuhaf bence. Olağan kabul etmeyelim.

- Remzi Ünal'ın dinlediği, türü ve desibeli âna göre değişen müzikler, hem garip hem de yerli yerinde: Cream, Blues Brothers, Take Five, Jimmy Hendrix, Cem Karaca, Dervişan, Apaşlar, Kardaşlar, Robert Plant... Sigara ve kahveyi de unuttum sanmayın. Bir önceki söyleşide anmıştık, o nedenle sona bıraktım adlarını anmayı... 
- Efendim, hani çok önemli bir bilgi değil ama çalışırken müzik dinlerim. Dinlediğim insanlar arasında saydıklarınız da var elbette. Yerli yersiz adlarını anıyorum dinlediğim müzisyenlerin Remzi Ünal maceranın ortasında oradan oraya koşuştururken. Bir tür teşekkür o insanlara. Gençliğime. Sigara? Aman susun, kimseler duymasın tütün mamulleri propagandası yaptığımı.

[email protected]

Sen Ölürsün Ben YaşarımCelil Oker/ Altın Kitaplar/ 240 s.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler