Refik Durbaş'tan 'Şiirin Gizli Tarihi'

Refik Durbaş, "Şiirin Gizli Tarihi" ile elli yılı aşkın edebiyat birikimi ve kuyu kazar misali çalışmasıyla resmî tarih dışında, özellikle şairlerin mahrem tarihlerini kaleme döküyor. Durbaş ile kitabını, şiiri ve şairleri konuştuk. Melisa Bulut da bu sohbete bir yazıyla katıldı.

Yayınlanma: 04.12.2016 - 18:11
Abone Ol google-news

‘Şiirin de, şairin de dünü bugünü değil zamanı vardır’
 
- 2014'te PEN Şiir Ödülü'ne değer görüldünüz ve bu bağlamda kaleme aldığınız bildiride, "Şiir, şiirden başka bir şey değildir" demiştiniz. Fakat yeni kitap Şiirin Gizli Tarihi bize gösteriyor ki şiir asla sadece şiirden ibaret değil... Ne dersiniz?

- Yalnızca bu cümle değil, ondan önce de şunu demişim: Şiir kendisi dışında her şeydir. Çünkü küresel kapitalist sistem, her şeyi tükettiği gibi şiiri de tüketti. Bu nedenle şiir halleri şairin hallerine kaldı.
Ayrıca şiir özel ve özneldir. Yalnız şairin ve şairlerin özel mülkiyetindir. Oysa günümüzde şiir de kamu malı sayılıyor.  Yağmalayan yağmalıyor. “Şiir okunmuyor” misali klişe sözlere de aldanmayın. Şiir dilden dile, kulaktan aktarılandır. Bir resim gibi duvarların sınırı içinde tutamazsınız. Bir film karesinde de filiz verir, bir roman ya da hikâyenin satır aralarında da…
Reklam piyasasının metin yazarları, yaptıkları işleri neden şiirin kaymağından süzerler? Şiir, şarkı sözü kisvesi altında niçin şarkıcıların, türkücülerin tasallutu altındadır. Bütün bunlar şiirin, şiirden başka bir olmadığının kanıtı değil midir?

- İlk soru bağlamında kitaptaki yazılarda sıkça ele aldığınız bu edebiyat ve hayat birlikteliği, iç içeliği şair ya da yazarın eserini yorumlama ve değerlendirmede bize yeni nüveler veriyor mu sizce? Diğer anlamıyla sorum şu: Şairin hayatı şiire dahil mi gerçekten?

- “Şairin hayatı şiire dahil” sözünü Cemal Süreya kullanmıştı. (Folklor Şiire Düşman, Can Yayınları, 1992, s: 61)
O yazısında şöyle diyordu Cemal Abi: “Her sanatta otobiyografi ögelerinin yeri büyük. Ama, sanırım, en çok da şiir sanatında. (…) Turgut Uyar penceredeki saksıyı okşayacak, Edip Cansever masadaki heykelciği eline alacak. Şairler yine çoğunlukla yine kendilerini anlatıyorlar.”
Ben buna “şiirin arka planı” diyorum. Şair, o şiirini yazarken hangi ruh haleti içindeydi? O sabah kahvaltı yapmış mıydı? Çay mı içiyordu, kahve mi? Sevgilisinden ayrı mı düşmüştü, yoksa yeni bir aşka mı yelken açıyordu. Bütün bunlardan ve buna benzer hallerden elbette şairin hayatı şiire dahildir. Bu ayrıca meraka da değer. Şiirin Gizli Tarihi’ni yazmamın bir nedeni de bu merakın ardından avcı misali bir safariye çıkmamdır.
 
“KAYNAK GÖSTERMEYE ÖNEM VERDİM”

- Bu birkaç sorunun bizi götürdüğünü görmemiz gereken bir nokta var aslında. Dünya edebiyatının da zaman zaman yeniden gün yüzüne çıkan bir sorunu bahsedeceğim. Şair ya da yazarlar çoğu kez sadece yazdıklarıyla anılmak ister. Onların hayatını yazdıklarına dahil etmek ya da sadece hayatlarıyla anmak bazen sıkıntı doğurabiliyor. Siz bu yazıları kaleme alırken ve kitaplaşma sürecinde nelere dikkat ettiniz bu bağlamda? Ya da böyle bir dikkatin çok da gerekli olmadığını mı düşünüyorsunuz? Yani şairin hayatı şiire dahilse, şiirine olduğu kadar hayatına da sahip olma hakkını elimizde bulunduruyor muyuz? Bu konuda terazimiz ne olmalı?

- Doğrudur. Kimi şair ve yazarlar hayatlarını kamuya açmak istemez. Bu, bir anlamda inzivaya çekilme de demektir. Örneğin adını her zaman saygıyla andığım Sait Maden, yüzünün fotografisinin çekilmesini istemezdi. 1950’de Varlık dergisinin çeviri yarışmasında birinci olduğunda, Yaşar Nabi dergiye koymak için bir fotoğrafını ister. Maden, “Bu şiiri kafamın içindeki şu beyinle çevirdim. Onun fotoğrafını çekebilir misiniz?” diyecektir.
O yazıları yazarken dedikoduyu yazının sınırları dışında tutmaya, şairin ya da yazarın onurunu zedelememeye, sevgi ve saygıyı ön planda tutmaya çalıştım. Belge niteliği taşıyan alıntıların birçoğunda kaynak göstermeye önem verdim.

- Az önce kitaplaşma süreci dediğimde aklıma geldi; nasıldı bu süreç? Bahsedebilir misiniz? Kitap fikri nasıl doğdu? Hangi fikirle yola çıkıldı? Bu yazıları bir araya getiren amaç neydi? Yazılar nasıl seçildi ya da seçildi mi?

- Elli yıla yaklaşan bir edebiyat ve gazetecilik hayatım var. Bu hayat, elbet bir birikimin de harcını oluşturdu. Çalıştığım gazetelerde ara sıra bu tür yazılar yazıyordum. Hatta Tarık Dursun K. “Bu tür yazıların gazete sayfalarında sararıp solacak, onları ileride bir kitapta toplayacak gibi yaz” derdi.
2011’de Sabah gazetesinden atılıp BirGün’de yazmaya başlayınca bu öneri geldi aklıma. Ayrıca BirGün dahil bütün yazılı basında edebiyat yazan kalmamış gibiydi, herkes politika yazıyordu. Bugün de öyle… Oysa gazeteciliğe başladığım yıllarda gazetelerde mutlaka birkaç şair, yazar bulunurdu. Gazetelerde sanat-edebiyat sayfaları yer alırdı. Politik yazılar yanında edebiyat yazıları az da olsa mekân bulunca dikkat çeker oldu. Yazılar çoğaldıkça okurlardan da olumlu tepkiler aldı. Birkaç yayınevi bu yazıları kitap olarak basmak istedi. Bu sırada sevgili arkadaşım Cem Erciyes, Doğan Kitap’ın başına geçmişti. İnternetten bu yazıları indirmiş, “Bunları basalım” dedi ve kitap süreci başladı. Yukarıda da değindiğim gibi amaç, şairin hayatının şiire dahil olduğunu araştırmaktı diye özetlenebilir.

- Aynı şekilde yazılış sürecini de merak ediyorum. Sonuçta sadece kitap ya da satır aralarından değil anılarınızdan da çokça besleniyorsunuz. Bu anıların içine dalmak neler hissettirdi size? Ve bu bağlamda anıların yükünü taşımanın da ne demek olduğunu dinlemek isterim sizden...

- Dediğiniz gibi, yaklaşık elli yıllık birikimin sonucu anılarımı yazmak isterdim. Anlatmasını seviyor, beceriyorum da ama bilgisayarın başına oturunca, nereden başlayacağımı şaşırıyorum. 1965’te İzmir’den İstanbul’a geldim. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, çeşitli evlerde kaldım. Evsiz kaldığım, parklarda, köprü altında yattığım, sabahçı kahvelerinde gecelediğim günler yaşadım. Bunları anlatmak bile başlı başına bir kitabın konusu olabilir.
Fakat bir şairin ya da yazarın yaşadıklarını anlatırken kendi hayatımdan kırıntılar koymak daha kolayıma geldi sanki. Çünkü çoğu yazar ya da şairle birlikte yaşanmış o kadar çok anımız var ki yazmasam hayatımda da bazı şeyler eksik kalabilirdi.
 
“HİKÂYELERE HER ZAMAN İHTİYAÇ DUYULACAK”

- Kitapta zaman zaman bugünün olaylarına dünün yaşanmışlıklarıyla baktığınız da oluyor. Dünü bugünle okumak ne kadar doğru sizce? Kıssadan hisse tadında hikâyelere her zaman ihtiyaç var değil mi?

- Dün nedir, bugün nedir, ona bakmak lazım. Zaman tükeniyor ve tüketici de… Gece saat 12.00’yi vurduğunda bugün hemen düne evrilmeyecek mi?
Bir başka açıdan şiirin de, şairin de dünü bugünü değil, zamanı vardır. Bu da her zamandır. Yunus Emre her zamanların şairidir; Nâzım Hikmet de…
Zaten büyük şiirlerde zamanı bünyelerinde eriten şiirlerdir.
İnsanoğlu hikâyeleri sever. Anlatmayı da sever, dinlemeyi de… Çünkü insanın bizzat kendisi bir hikâyedir ve her insanın bir hikâyesi vardır. Bu yüzden de hikâyelere her zaman ihtiyaç duyulacaktır.


- ‘Okumayacaksan niye imza atayım?’ başlıklı yazınızda, sizin kaleme aldığınız türden yazılar üzerinden, “Bir araştırmacı çıkıp da böylesi yazıları toplasa, ne güzel bir anılar demeti olur” diyorsunuz. Katılıyorum ve Şiirin Gizli Tarihi’ni de bunlardan biri olarak görüyorum. Sizin bu yönde başka çalışmalarınız var mı ya da olacak mı?

- Bu türden kitaplara gerçekten ihtiyaç duyuluyor ve delicesine okuduğumuz kalemlerin, insan yönünü de görmek açısından tartışılmaz derecede gerekli oluyor. Şiirin Gizli Tarihi aslında 450 sayfa idi. Kalın olmasın diye yüz kadar sayfasını ayırdık. Bu arada BirGün’de bu tür yazıları sürdürüyorum. Sanırım önümüzdeki yıl bir başka adla, yine aynı kıvamda bir kitap olarak yayımlanır.

- Şiirin Gizli Tarihi için anılarınızla şüphesiz en önemli kaynak sizsiniz. Ancak kullandığınız başka kaynaklar da var. Okura tavsiye niteliğinde sormak isterim; nedir bunlar?

- Kaynak o kadar çok ki, hangisini yazayım. Ve yazılacak daha çok anı var. Şimdi masamın üzerinde Sunar Tiyatrosu-Üsküdar Oyuncuları’nın, Şinasi’nin ölümünün yüzüncü yılı dolayısıyla hazırladığı on altı sayfalık bir broşür var: “Ebüzziya Tevfik’in kalemiyle Şinasi’nin Son Günleri ve Ölümü.”
Örneğin Ebüzziya Tevfik, Şinasi’nin beslenmesi üzerine şunları yazıyor:
“Bir teyzesi, onun kızı, hatta torunu dahi bulunduğu halde onlarla temas etmek istemiyor, Tasvir-Efkâr’ın kuruluş tarihinde müvezzi tayin ettiği Bolulu Yusuf Ağa’dan başka evine kimseyi kabul etmiyordu. İki öğüne kifayet edecek kadar bir kaptan ibaret yemeğini, onun evinde pişirtir ve alkolle ilgili meşrubattan öteden beri kaçındığından sudan ve kahveden başka bir şey içmezdi, fakat tütüne düşkünlüğü fevkalade idi.”
Şimdi buna bir de örneğin Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Kemal Özer’in dudaklarına hiçbir zaman, asla sigaranın değmediğini ekleyelim ya da Aziz Nesin’in çay tiryakiliğini…
Nasıl oldu dersiniz?

- Son olarak; masanızda üzerine eğilmenizi bekleyen, sizin kaleminizden yakında okuyabileceğimiz neler var?

- Çalışma masamın üzerini görmenizi isterdim. Bazen ne yapacağımı şaşırıyorum.
Haftanın üç günü; pazartesi, çarşamba, cuma diyalize giriyorum, dört saat. Bu günler benim okuma günlerim. Okuyor ve notlar alıyorum yeni yazılar için…
Bu yıl Islık Yayınları’ndan üç cilt toplu şiirlerim çıktı: Çırak Aranıyor, Menzil ve Kırık Ayna… Bu kitaplarda 12 Şubat 1962’de yazdığım ilk şiirden bu yılın başına kadar yazdıklarım yer alıyor.
Şairler ve şiirleri üzerine uzun yıllardır gazetelerde yazdıklarım Mu Yayınları arasında çıktı: Şair ve Şiir Yazıları…
Adını koymadığım, iki bölümden oluşan, ikinci bölümü Çırak Aranıyor şairinden, çırak çocukların şiirleri Çırak Çıktı Çocukluğum yılbaşından sonra yayımlanabilecek.
Yine çocuklar için yazdığım, çocukların yaramazlıklarına hoşgörü ile bakan “Yaramaz” Şiirler de çıkacak kitaplar arasında…
Dediğim gibi Şiirin Gizli Tarihi devam edecek…
Bu yazıların dışında kalan deneme tadındaki bir kitap da hazır gibi…
Şairlerle yaptığım, hemen hepsi yüz yüze konuşmalar kitabı da hazır.
Bu arada zaman bulursam bir de fantastik çocuk hikâyeleri yazmak istiyorum.
Daha ne olsun!
 
Şiirin Gizli Tarihi / Refik Durbaş / Doğan Kitap / 336 s.
 
Anılar antolojisi
 
1001 Gece Denemeleri’nin nakış ustası Sâlah Birsel’in ilk gençliğinde yazıp da yayımlamadığı romanından sonra 1947'de okuruyla buluşan ilk şiir kitabı Dünya İşleri'nin ilginç öyküsü nasıldır? Ve buna benzer nice kitabın yayımlanış öyküsü neyi anlatır? Cemal Süreya Darphane Müdürü iken teftişe gelen zamanın Maliye Bakanı’nı nasıl karşılamış, bir sorusuna hangi yanıtı vermiştir? At yarışı tutkunu şairler kimlerdir? Bunun gibi kimi şair ve yazarların özel tutkuları nelerdir? Kim daha güzel kuru fasulye pişirir, kim içki masasında hangi mezelerin bulunmasını ister? Şairler ile okurların imza günlerinde halleri nicedir? Hangi şair cimridir ya da hangisinin eli açıktır? Nâzım Hikmet’in annesi âşık olan Yahya Kemal, Nâzım’ın affı için kampanyaya neden imza vermemiştir?
Bu ve buna benzer yüzlerce sorunun yanıtı Refik Durbaş’ın yeni kitabı Şiirin Gizli Tarihi'nde karşımıza çıkıyor.
Şiirin Gizli Tarihi şu bölümlerden oluşmakta: “Bir Zamanlardı Bu Gâmhanede Bir Dem Vardı”, “Ağlamayın, Ölmeyecekler”, “Şiiri Aşka Düşürenler”, “Rakı Şişesi, Balık ve Şair”, “Kelime Şiiri Resmetmeye Borçlu ise…”, “İnsanın Şair Hali”, “Şiirin Gör Dediği”, “Şiirsel Materyalizm” ve “Gündelik Hayatın Aguşunda Şiir”…
Durbaş kitabında, elli yılı aşkın edebiyat birikimi ve kuyu kazar misali çalışmasıyla resmî tarih dışında, özellikle şairlerin mahrem tarihlerini anlatıyor. Bu tarihin sayfaları arasında hüzün de var; aşklar, dostluklar, kırgınlıklar, sevinçler; özlemler, gülümsemeler de var.
Anı kitapları, hele kişilere özgü ise dedikodulara, kulaktan dolma bilgilere dayanabilir. Durbaş’ın Şiirin Gizli Tarihi'nde ele aldığı konular ise dedikodulara, yani kulak dolma bilgilere değil, gerçek belgelerden edinilen bilgilere dayanmakta. Çünkü her bilgi ve belge o olayı anlatan şairin ya da yazarın bizzat kendi anılarından söz eden kitabının kaynağından alıyor konusunu. Bu açıdan da bir “nostalji” kitabından çok, adı üzerinde bir “gizli tarih” antolojisi bu.
Durbaş, Şiirin Gizli Tarihi'nde şairlerin mahrem yaşamlarını anlatırken kendi özyaşamında yer alan kişisel anılarına da ışık tutuyor.
Mesela Melih Cevdet Anday’ın yılbaşı üzerine düşüncelerini aktarırken kendi yazdığı bir yılbaşı şiirinden de söz açıyor. Cumhuriyet gazetesinde düzeltmen olarak çalışırken servisteki öteki arkadaşlarından söz ederken, arada Muzaffer Buyrukçu ile tefrika edilecek “Bir Olayın Başlangıcı” üzerine yaptığı röportajı da anlatıyor. Telif hakkı olarak rakı parasına şiir üzerine yazdığı yazıların hikâyesi de bu anılar denizinde bir damlacık da olsa yer alıyor.
Şimdi bu anılar antolojisinden tadımlık bir çeşni sunmanın sırası değil mi?
Mesela Birinci Yeni de dediğimiz Garip adı nereden geliyor?
Orhan Veli ve Oktay Rifat, ilk kitapları olarak neden ve niçin Garip adını verdiler?
Garip şiir akımının üçüncü şairi Melih Cevdet’e göre Orhan Veli’nin ilk kitabı Vazgeçemediğim'dir. Bunun öyküsünü ise Melih Cevdet şöyle anlatacaktır:
“Bu şiirleri okuyanların dilinden 'amma da garip' sözü hiç düşmüyordu. Sanırım ilk Orhan Veli benimsedi buradaki garip sözcüğünü. Ben ilk askerliğim sırasında teritonit ameliyatı geçirmiştim, apandisiti aldırmak üzere Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nde yatıyordum.
Bir gün Orhan’la Oktay geldiler. Şiirlerimizin bir kitapta toplanmasını konuştuk. Orhan Veli kitabın kapağında üçümüzün de adının bulunmasını istiyordu. Oktay Rifat ise buna razı değildi, kitabın Orhan Veli tarafından düzenlenmiş bir antoloji olmasını istiyordu. Fikir birliğine varamadığımız için kitap Orhan’ın adıyla yayımlandı.
İşte Garip'in kısaca hikâyesi budur. Biz, Oktay Rifat ile ben daha sonra şiirimizi başka yönlere doğru sürdük. Benim değişmem 'Tohum' şiiriyle başlar. Ama bizden sonra Orhan Veli de Garip esprisinden vazgeçti.”


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler