Stefan Zweig'dan 'Amok Koşucusu'

Stefan Zweig, biyografi ve denemelerinde üstün bir araştırmacı ve eşsiz bir yazar. Kurgularında ise bu üstün nitelikleri ben göremiyorum. "Amok Koşucusu" da salt özetleme tekniği ile yazılmış, basit kurguya sahip, şiirsellikten uzak bir metin.

Yayınlanma: 05.03.2017 - 17:12
Abone Ol google-news

Dünyanın hemen her ülkesinde ve her çağda bir çeşit ırkçı düşünceler egemenlik kazanmış. Birleşmiş Milletlere bağlı yüz yetmiş ülke tarafından, 2006 yılında imzalanan, her türlü ırksal ayrımcılığa karşı bildiriye rağmen de ırkçılık ve ayrımcılık her geçen gün güç kazanıyor. Tam da ırkçılığın yeniden gündemimize düştüğü bu günlerde, yıllar önce okuduğum Stefan Zweig’ın Amok Koşucusu (Çev.: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, 60 s.) novellasını, bu sefer Batıdaki yerleşik ırkçılık üzerine düşünerek okuma fırsatı çıktı.

Stefan Zweig 1930’larda dünyanın en çok okunan yazarlarından biriydi, bugün de onu hümanist dünya görüşü ile tanırız, bu yüzden ırkçılık hakkında bir yazıya konu olacağını belki düşünmezdiniz fakat XX. yüzyıl başlarındaki kabul gören ırkçılığa bakmak için çok önemli bir kaynak Amok Koşucusu.
 
DOĞU’DA BİR AVRUPALI

Novella basit bir kurguya sahip. Kalküta’da yaşayan Alman asıllı anlatıcı, Avrupa’ya dönmek üzere bindiği transatlantik gemide bir doktorla tanışır. Doktor, kimse tarafından görünmek istemediği için geceleri, herkes yattıktan sonra güverteye çıkar ve anlatıcı ile orada karşılaşırlar. Sadece yıldızların aydınlattığı karanlık gecede doktor hayatının bütün sırlarını tek tek anlatır. Romanın merkezindeki olay, doktorun son bir haftada yaşadıklarıdır.

Aslen Leipzig’li olan doktor yedi yıl kadar önce, doktorluğun yanı sıra yerli halkın psişeleri üzerinde bilimsel araştırma yapmak üzere Endonezya’da ücra bir köye yerleşir. Aslında Endonezya’ya “düşmesi” rastlantı değildir, çalıştığı hastanenin para kasasına el uzattığı için bir çeşit sürgünle buraya kapağı atmıştır. Kendisinden başka beyazın yaşamadığı bu ücra yerde zamanla alkole bağımlı, depresif bir ruh haline girer. Olaylar, evine Hollandalı varlıklı bir tüccarın güzel ve kibirli İngiliz karısı gelip de kendisinden kürtaj yapmasını isteyince başlar. Kadının tek arzusu gizliliktir. Doktora yüklü bir miktar para vermeye hazırdır. Fakat doktor, yıllardır bir Avrupalı kadınla karşılaşmadığı için, garip davranır, kadından para değil, kendisini vermesini ister.

İlk başta kişilik çatışması gibi görünen bu karşılaşma her ikisi için de çok kötü gelişir. Doktor obsesif bir ruh haline girip, kadının peşine düşer; tam bir Amok koşucusu gibi, saldırgan, mantıktan uzak, hiçbir gücün durduramayacağı bir deliye dönüşür. Bugün Almancada “Amok koşucusu” (der Amokläufer) intihar saldırıları için kullanılan bir deyim, Stefan Zweig romanda Malezya’nın bu delirmiş saldırganlarını anlatıyor ve doktor da kendini böyle tanımlıyor.
 
ROMANDAKİ IRKÇILIK

Stefan Zweig varlıklı bir tüccar aileden gelen, çok iyi eğitim görmüş ve seçkin çevrelerde dost edinmiş bir entelektüeldi. Sigmund Freud ve Romain Rolland gibi dostlarının da sevgisini kazanmış, bir dönemin en önemli aydınlarından biri sayılmıştı. Özellikle hümanist dünya görüşüyle bilinen, Nazi karşıtı olarak biriydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında insanlığın karşılaştığı acılara dayanamayıp intihar etmiş, dünyanın içinde bulunduğu çirkinliğe daha fazla katlanamamıştı.

Şimdi böyle bir yazar için ırkçı demek elbette olmaz fakat Amok Koşucusu’nda öylesine ifadeler yer alıyor ki, bunları öne çıkartmadan da romandan söz etmek doğru gelmiyor. Olayların anlatıcısı doktor, Endonezya’da karşılaştığı yerlilerden şu ifadelerle söz ediyor: “Düşünün ki yedi yıl boyunca neredeyse yalnızca yerlilerin ve hayvanların arasında yaşadım” “evdeki sarı benizli kadınlarla ve viskimle oturmuştum” “… zira buradaki kızlar, o cıvıl cıvıl, narin hayvancıklar, bir beyaz, bir ‘efendi’ onlara sahip olmak istediğinde saygıdan tir tir titriyorlardı… tevazu içinde eriyip gidiyorlardı, her zaman müsait, her zaman sessiz, kıkırdayan gülmeleriyle insana hizmet etmeye hazırdılar… ama işte tam da bu itaatkarlık, bu kul kölelik insanın zevkini kaçırıyordu.” Romanın bir başka bölümünde bir yerliyi betimlerken sürekli onu köpeğe benzetmesi de ayrıca dikkat çekiyor: “köpekçe sadakati içime dokunmuştu” “o köpeksi bakışında öyle müteşekkir bir şey beliriyordu ki…” “bu sarı benizli miskin hayvan” “böyle düşük bir varlığın içinde birden bu kadar bilgelik nereden geliyordu (…) onun gibi tamamen kaba birinin ruhundan çıkabiliyordu?”
 
ŞİİRSELLİKTEN UZAK BİR METİN

Elbette bu bir roman. Ve bir roman kahramanının sözleri yazarı bağlamaz. Benim burada özellikle vurgulamak istediğim şey, ahlaken çökmüş bir adamın anlatısında da olsa, böylesine ırkçı ifadelerin kullanılmasının romandaki diğer karakterler tarafından düzeltilmemesi. Kadınları ve doğu ırkından olan herkesi aşağılayarak konuşan bu adamın sözlerinin roman içinde hiçbir şekilde yankı bulmaması ve büyük olasılıkla, bu romanı 1920’ler, 1930’larda okuyanların da aklına böyle bir sorunun takılmamış olması. Sıklıkla kullanılan ifadelerden anlaşılacağı gibi, Avrupalının kendini Afrikalılardan, Asyalılardan ve diğer tüm yerlilerden üstün görmesinin doğal karşılanması ve kabul görmesi. Bugün hâlâ dünyada ırkçı ayrımcılığın acılarını çekiyorsak, geçen yüzyıl başında sömürgecilikle bu tohumların nasıl atıldığını da gösteriyor bu küçücük roman.

Stefan Zweig, biyografi ve denemelerinde üstün bir araştırmacı ve eşsiz bir yazar. Kurgularında ise bu üstün nitelikleri ben göremiyorum. Amok Koşucusu da salt özetleme tekniği ile yazılmış, basit kurguya sahip, şiirsellikten uzak bir metin. Belki çoğu okur için iki farklı Zweig var. Birincisi hümanist, çağının önde gelen araştırmacı yazarı; diğeri ise kurgusal ve düşünsel olarak gelişmemiş romanların yazarı. 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler