Yiğit Bener'den 'Öteki Düşler'

Yiğit Bener’in öykülerini bir araya getirdiği yeni kitabı “Öteki Düşler”; yaşanmışlıklarla örülü bir öykü coğrafyasına taşıyor okurunu. Bener’le yeni öykülerini ve öykünün sınırları üzerine konuştuk. Ayşe Sarısayın da bu sohbete bir yazıyla katıldı.

Yayınlanma: 09.03.2017 - 11:55
Abone Ol google-news

'Edebiyat ve kara mizah olmadan bu dünyada nasıl yaşanır!'

- Kaç yıllık bir çalışma sürecini kapsıyor Öteki Düşler’de toplanan öyküler? Bazı öykülerin altında 1991 ve 2016 tarihleri arasında yazıldığı belirtildiğinden bunu sorma ihtiyacı duydum...

- En eski öykü 1991 tarihli 'Dönüş', en yenileri ise geçen yaz tamamladığım 'Randevu' ve 'Gazozuna Maç'; diğerlerinin bir kısmı 2005/2008 arasında, gerisi son dört yılda yazıldı, ama hepsi elden geçti.

Öykülerden üçünü - ‘Neden?’, 'Güllerin Getirdiği' ve 'Seçilmek' - Türkçe değil Fransızca yazmıştım ve önce Fransa’da yayımlandılar. Ama Öteki Düşler yarısı telif yarısı çeviri bir kitap da değil!Fransızcalarından aktardıklarım için klasik anlamda “çeviri” denemez; Türkçelerini bir bakıma yeniden yazdığımı söylemek daha doğru olur.

Ayrıca on bir öyküden beşi, daha önce altı farklı yayınevinin derlemelerinde kitap formatında yayımlandı ve bunlardan dördü o yayınevlerinin ortak temalı kitapları için özel olarak yazılmıştı. Bu katkıların hakkını vermek için, en sona bunları anlatan bir “Öykülerin öyküsünü” ekleme ihtiyacı hissettim.

 

METİNLERE BİÇİM ATAMAYALIM”

- Heyulanın Dönüşü romanınız için “anti-roman” gibi bir nitelemede bulunulmuştu. Bu tabii metnin imkanları dahilinde, romanın biçemi üzerine yeniden düşünme gücünü belirtmek için yapılmış bir yorum. Öteki Düşler’e dönersek, bu tavrı öyküye de taşıdığınızı söyleyebilir miyiz?

- Bizde roman ya da öykülerin ille belli şablonlara göre yazılması gerektiğine dair tuhaf, skolastik bir inanç vardır. Eserin içeriği, düşüncesi, duygusu, biçemi, yazarın neyi, nasıl ve neden yapmaya çalıştığı değil de bu kalıplara uyup uymadığı sorgulanır. Metnin dili bile içerdiği sözcüklerin (ya da kelimelerin!) etimolojisi perspektifinden ele alınır. Oysa yazarların ille basmakalıp ve ilelebet değişmez şablonların cenderesinde kalmalarını kim ne hakla isteyebilir? Bu yaklaşım geçerli olsaydı, günümüzde şiir bile hâlâ aruz vezniyle yazılıyor olurdu…

Yazarların geleneksel kalıpların sınırlarını zorlamaları kaçınılmazdır. Başarılı olurlar, olmazlar, o ayrı mesele, ama denerler… Ben de gerek romanlarımda gerek öykülerimde bunu kendimce deniyorum, haklısınız. Şu da var aslında: dünya edebiyatının klasikleri, bizdeki skolastik “roman” ya da “öykü” tanımlarına hiç de uymayan melez biçimlere sahip…

Örneğin modern romanın atası sayılan Cervantes’in Don Kişot’unda sayfalarca şarkı sözü yer alır. Romanın daha başlarında, kütüphanedeki rahip dönemin tüm önemli kitaplarının adını sayar, kıyasıya eleştirir, beğenmediklerini ateşe atar. Burada Cervantes’in roman içinde “çaktırmadan” ama düpedüz eleştirmenlik yaptığını söyleyemez miyiz?

Victor Hugo’nun Sefiller’ine bakalım: Daha “klasik” roman az bulursunuz. Oysa yazar romanın ortasında birden ve altmış beş sayfa boyunca tam bir tarihçi edasıyla Waterloo savaşını anlatır! Derken hızını alamaz, 'Argo' başlıklı bölümde yirmi beş sayfa boyunca argonun tarihini, sosyolojisini, felsefesini ya da dilbilimsel yönlerini anlatan bir deneme yazmaya koyulur! Eee, yoksa Sefiller’i de mi “anti roman” ilan etmeliyiz?

Proust ya da Henri Miller’deki otobiyografik boyuta ne demeli peki? Hele Céline! Son romanlarında kahramanının adı bile Céline’dir. Üstelik bol bol “dönem analizi” yapar, sayfalarca teknolojik buluşlarından söz eder… Ya Nabokov? Solgun Ateş’de yaklaşık kırk sayfalık bir şiir ve ardından yorumu yer almaz mı? Peki Koestler’in Gün Ortasında Karanlık’ı? Roman mıdır yoksa Marksizm üzerine bir siyasi polemik mi?

Öykü derseniz, Cortazar’ın Kronop öykülerinin (Historias de cronopios y de famas) Çehov’un öykülerinin biçimiyle yakından uzaktan alakası var mıdır? Bu öykü kitabında yer alan toplam “dört” satırlık 'Hikâye' başlıklı metni hangi şablonun neresine sokacağız? Morg Sokağı Cinayeti’nde Edgar Allen Poe, baştan birkaç sayfa boyunca gözlem, akıl yürütme ya da analiz üzerine kuramsal denebilecek düşüncelerini anlatıyor diye buna da “anti öykü” mü demeliyiz? Vüs’at O. Bener’in Mızıkalı Yürüyüş’ünde hiç mi anı boyutu yoktur? Erhan Bener’in hem de çifte ödüllü 'Alabalık' öyküsü, bir yönüyle de müzik üzerine bir deneme sayılamaz mı?

Bilinen hiçbir kalıba ya da tanıma sığmayan yeni melez biçimleri, örneğin Enis Batur’un “roman denemesi” olarak tanımladığı Elma ya da Acı Bilgi'si hangi şablona sığar? (Enis’le birlikte yazdığımız Simültane Cinnet”i nasıl tanımlayabileceğimiz üzerine şakalaşırken, UFO tanımından yola çıkarak yeni bir tür önermeyi düşündük: “Tanımlanamayan Edebi Nesne”)

Öteki Düşler’e gelirsek, öykü kitabı olarak tanımladık gerçi ama öykülerin belli bir alt metne göre sıralanmalarını, aralarındaki gönderme ve bağlantıları, şiir alıntılarının sağladığı sürekliliği dikkate alarak bu kitabın aslında “örtük bir roman” olduğunu iddia eden olursa, ben hiç karşı çıkmam!

Aslında belki de bu dar tanımlar, şablonlar bizim okuma zevkimizi ve tüm algılarımızı şekillendirip esir almadan, biz onları bir kenara bırakmalıyız. Metinlere “biçim” atamayalım, onları sadece okuyalım.

 

TÜM O ANLATIM BİÇİMLERİ SONUÇTA HİKÂYE ANLATMAMA YARIYOR”

- Öteki Düşler bir öykü toplamı, evet ama aynı anda mektup, şiir, roman, deneme, anı, hatta yer yer makale dahi okuyoruz kitap boyunca. Diğer yandan okuduğumuz mektup da olsa düpedüz öykü kitaptakilerin hepsi. Öykü, tür olarak bu tür açılımlara izin veriyor elbette ama tüm bu türleri, sizin kaleminizde öyküye dönüştüren ne?

 - Az önce söylediklerimin devamında şunu diyebilirim belki: Tüm o anlatım biçimleri sonuçta melez ya da karma bir biçimle de olsa, özünde metnin bütününde bir hikâye anlatmama yarıyor; yani metnin bütününde, tüm bu katmanlar aslında o öykü için tasarladığım kurguya hizmet eden birer araç oluyor.

'Şair’e Mektup’ metnini alalım. Bu öyküde ölüm ve ölümle baş etme yolları üzerine -felsefi demek belki iddialı olur ama- en azından kapsamlı bir sorgulama var. Ayrıca burada Necatigil’in “ölüm” temalı tüm şiirleri belli bir perspektifle irdelendiğine göre, bu metnin “şairin ölüme bakışı üzerine bir tür edebi inceleme” olduğu bile iddia edilebilir. Üstelik bu aslında ölmüş şaire yazılmış bir mektup. Gel gör ki mektup da bir tür hayali diyalog olarak kurgulanmış.

Peki tüm bu biçim melezlemesine karşın metin hâlâ bir öykü mü? Evet, çünkü bütününde okura bir -hatta iç içe geçmiş birden fazla- hikâye anlatıyor: ölen bir dostumuzun hikayesi; Necatigil’le hayali ilişkim; Ayşe’yle dostluğumun hikayesi; onun babasına duyduğu sevginin ve çevresine onu nasıl sevdirdiğinin hikayesi… Bir de bunların bileşkesi olan ana hikâye var, yani “çok sevdiği bir arkadaşının genç yaşta ölümüyle baş etmekte zorlanan bir yazarın, ‘baba figürünü’ temsil eden bu diyardan göçmüş bir şaire düşünde sığınarak teselli aramasının, çözümü onun dizelerinde bulmasının” öyküsü…

Metni katmanlarına bu şekilde ayrıştırarak anlatınca karmaşık geliyor olabilir, ama sanırım okurken öyle olmasa gerek… Yani umarım değildir!

- Pek çok ustaya da selam var... Aynı şekilde bunlar da yaşanmışlıklar dahilinde metinlere sızıyor. Başta babanız Erhan Bener, amcanız Vüsat Bener, Behçet Necatigil; pek çok! Sizdeki yerleri özel elbet ama edebiyatınıza, yazınıza katkıları neler?

- Ayrıntılara yer var mı ki? Özetle şu kadarını söyleyeyim: sevdiğim tüm yazarların, örneğin bu kitapta dizelerini ödünç alıp alıntı yaptığım tüm şairlerin, tabii Necatigil’in de, dil ve üslubumun, anlatım tekniklerimin ve edebiyata bakışımın gelişmesine çeşitli düzeylerde katkıları var. Metinlerimiz üzerine birlikte çalışma / yorum yapma ayrıcalığını yaşayabildiğim yazar dostlarım söz konusu olduğunda ise (babam ve amcam dahil), katkının ötesinde birbirimize verdiğimiz emekten söz edebiliriz. Babam ve amcamın yeri daha özel elbette. Ustalarım olarak çocukluğumdan itibaren kişiliğimin, düşüncelerimin, entelektüel ilgi alanlarımın ve edebi zevklerimin gelişimine doğrudan etkileri oldu. 'Merasime Buyurmaz mıydınız?' öyküm, tıpkı 'Şair’e Mektup' gibi çok katmanlı bir metin; ama esas olarak amcamla ilişkimin ve ona duyduğum özlemin öyküsüdür diyebilirim. Çok farklı bir biçimle babamla ilişkimizi anlatan bir metin ise, onun Böcek romanına yazdığım önsözdür. Yokluklarında bana düşen, anılarını yaşatmak ve böylece “tüket ve unut” kuyusuna sürüklenmelerine izin vermemektir.

 

HÂLÂ İTİBARI İADE EDİLMEMİŞ BİR KUŞAĞIN MENSUBUYUM”

- Yiğit Bener öyküleri okuyoruz tabii ki kitapta ancak Yiğit Bener bir ‘kuşak’ diliyle konuşuyor metinlerde; özellikle de siyasi konularda. Bu kuşağın edebiyatımıza ve Yiğit Bener edebiyatına kattıklarını de merak ediyorum doğrusu...

 - Haklısınız: Siyasetle ve köktenci ideolojilerle yoğrulmuş; bir düşü, ütopyası, bir derdi olan; bu uğurda kendini ateşe atmış, mücadele etmiş, bu arada korkunç hatalar ve bağnazlıklar da yapmış, sonunda yenilmiş, ağır -çok ağır- bedeller ödemiş; susturulmuş, anısı dahi silinmek istenmiş; nadiren anıldığında ise toptan “terörist” olarak damgalanıp hakarete uğrayan; asla kendini savunamamış, geçmişini sorgulama fırsatına bile sahip olamamış, hâlâ itibarı iade edilmemiş bir kuşağın mensubuyum.

Kendi kuşağından ve çevresinden on binlerce insanın dile getirilmesi bile zor, inanılması daha zor ve korkunç acılar çektiğini biliyor olmak insana farklı bir sorumluluk duygusu aşılıyor, kendinden çıkıp dışarıyı görmeye zorluyor. Bu ağır yükün benim ya da aynı kuşaktan diğer yazar dostlarımın kalemini yer yer sivriltmesi, mürekkebini koyulaştırması, duyularını keskinleştirmesi doğal. Öte yandan, bu kolektif yaşanmışlığın ve ardından gelen denklem dışına çıkarılmış olmanın bu kuşağın yazarlarına kattığı ilginç bir mesafe var bence: bir olgunluk ola ki, ya da genel bir farkındalık ve duyarlılık, dahası bir tür kalenderlik… Kendini daha az önemseme…

- Peki bugünler ya da yakın zamanlarda yaşananlar nasıl etkiliyor yazdıklarınızı? Öykülere yer yer dönem siyasetinin ve toplumsal kırılmalarının izleri de sinmiş çünkü...

- Ülkemizde ya da bölgemizde maruz kaldıklarımız bir tarafa, dünyanın gerisinde yaşananlara da bakılırsa, korkarım bir kez daha insanlığın karanlık tünellerinden birine girmekteyiz ya da aslında çoktan girdik de yeni yeni dank ediyor. Kuşak diyordunuz… Biz yirmili yaşlarımızda da şiddeti, cinayetleri, ardından OHAL’leri, sıkıyönetimleri, darbeleri, faşizan/totaliter rejimleri yaşadık, şimdi altmışımıza merdiven dayadık yine/hâlâ aynı şey! El insaf yahu! İnsan bıkıyor sonunda… Bunca şiddet, bunca adaletsizlik, bunca akılsızlık ve görünürde bunca çaresizlik varken yazmak, yazdıklarını yayımlamak, tartışmak, her şey bazen çok anlamsız geliyor…

Düşünsenize, örneğin dostlarım Turhan Günay ya da Kadri Gürsel hâlâ abes suçlamalarla hapisteyken, benim bir değil on kitabım yayımlansa ne olur, yayımlanmasa ne olur? Onca insan burnumuzun dibinde pisi pisine ölürken yeni bir kitap daha yazsam kaç yazar, yazmasam kaç yazmaz? Koca insanlık intihar ederken, üstüne bir de gezegeni batırırken, benim kitaplarım tüm dünya dillerine çevrilse ve bana yaldızlı Nobel ödülü ya da ödüllü Mabel sakızı verilse kime ne ifade eder?

Bu duygular yazdıklarıma da siniyor kuşkusuz, özellikle son öykü 'Randevu', büyük ölçüde bu ruh halini yansıtıyor. Öte yandan, edebiyat biraz da süzgeç görevini görüyor: Kapkaranlık ve karamsar bir ruh hali bile öyküye yansırken başkalaşabiliyor, doğa belgeseli tadında bir kara mizaha dönüşebiliyor. Öte yandan, başka sesler de çarpmıyor mu kulaklarımıza? Örneğin geçen hafta başka ABD’de olmak üzere tüm dünyada sokaklara dökülen yüz binlerce kadının sesini duymazdan gelebilir miyiz? Onlar böyle mücadele ederken, oturduğumuz yerden mızmızlanmaya ve karamsarlık yaymaya hakkımız olabilir mi?

Çıkmadık candan umut kesilmez misali, insanlıktan umudu kesmek için de erken bence. Eğer ille iş işten geçti diye direteceksek, o zaman da madem olan olmuş, bari kalan sınırlı süreyi iyi geçirmeye bakalım, en iyi bildiğimiz şeyi yapalım, yaşayalım… Ağlaşmanın faydası var mı?

Ne de olsa, temel düsturu “yaşasın ölüm” olan her türlü faşizmin tek panzehri yaşamın kendisidir…

Ne demiş şair? Yaşıyorsunuz işte, başka cehennem yok…

Edebiyat ve kara mizah olmadan bu dünyada nasıl yaşanır!

Öteki Düşler / Yiğit Bener / Can Yayınları / 176 s.

 

Düş gücünün sınırları...

AYŞE SARISAYIN

Yiğit Bener, böcekler metaforundan hareketle farklılıkları, ötekileşmeyi ve ötekileştirmeyi irdeleyen, farkında olmadan hepimizi kuşatan nefrete, şiddete ve iktidar diline dikkat çeken öykü kitabı Öteki Kâbuslar’dan sonra Öteki Düşler adlı öyküler toplamını yayımladı -ilk öykü kitabında olduğu gibi, yine ‘yolculuk arkadaşı’ Funda Bener’in çizimleriyle.

Bener’in 2012 yılı Orhan Kemal Ödülü’ne değer bulunan Heyulanın Dönüşü romanının anlatıcısı Heyula, her türlü iktidarla mücadele eden ve asla iktidar olmayı hedeflemeyen bu kendine has karakter, deyiş yerindeyse ‘yaşam sürgünü’, her ne kadar Heyulanın Dönüşü’yle ete kemiğe bürünmüş olsa da, ilk romanı Eksik Taşlar’dan başlayarak Kırılma Noktası’ndan Öteki Kâbuslar’a, denemelerini topladığı Kusursuz Gezinti’den Simültane Cinnet’e (Enis Batur’la birlikte), hatta çocuklar için kaleme aldığı tüm kitaplarına eşlik ediyor. Kiminde apaçık başrolde, kiminde geri planda figüran, hep aynı derin ironiyle göz kırpıyor okurlarına; ötekileştirme tehlikesine karşı uyarırken, ötekileşmeyi de göze alarak...

Her kavramın, her durumun öteki yüzüne de bakmayı görev edinen, inancın neye dair olduğundan bağımsız, bağnazlık tuzağına düşme tehlikesinden kendisini de, roman ve öykü kahramanlarını da korumaya çalışan bir yazarın, her şeyden önce ismiyle Öteki Kâbuslar’ın tam tersi çağrışımlara açık olan Öteki Düşler’i yazması kaçınılmazdı belki de.

Önsöz niyetine” altbaşlıklı giriş metninde “Yas¸amak, bir yönüyle, kayıplarla bas¸ etme sanatı degˆil midir?” sorusunu soran Bener, yaşam sürdükçe devamı gelecek olan kayıpların karşısına düşlerle çıkıyor: “Kaybı kaçınılmaz olmayan, en azından son nefesimize kadar teslim etmememizde yarar olan tek bir kazanımımız varsa egˆer bu dünyada, o da düs¸lerimiz olsa gerek, düs¸ gücümüz...”

Kayıpların üstesinden gelebilmek, kabulleri de gerektiriyor kuşkusuz: “I·lk ve son nefesimiz arasında geçen yolda sürekli bir s¸eyler yitirmenin yas¸am yolculugˆunun ayrılmaz bir parçası oldugˆunu kavrayamayanların is¸i daha zordur bu hayatta.”

Ortak izlekleri ‘kayıp’ çevresinde birleşerek birbirini bütünleyen öyküler, sadece düşlerin değil, düş gücünün de peşine düşmek gerektiği gerçeğini hatırlatıyor okura. Bir vazgeçiş olmamakla birlikte, kayıpların acısını, sonrasındaki boşluğu teninde, yüreğinde duymanın yarattığı ruh hali: Yolun başındayken kendiliğinden çağıldayan sular durulmuştur kayıpların ardından, bir zamanlar dizginlenmesi gereken düş gücünün ivmeye ihtiyacı vardır artık; yaşama yorgunluğu düşlerin içeriğini değiştirmekle kalmaz, durgun sular böyle harekete geçebilir ancak.

Kayıplarla gelinen yer, Bener’in mükemmel dil oyunlarında kendini gösteren ve üslûbunun vazgeçilmez bir özelliği olan ironiyi de az çok etkilemiş bu öykülerde. İçerikte saklı yoğun hüzün, suya atılan bir taşın çevresinde azalarak yayılan halkalar gibi anlatımı ve dili de şekillendirmiş sanki.

İlk öykü “Seçilmek”, Bener’in gerek yaşam gerekse edebiyat yolculuğunun temel meselesiyle ilişkileniyor. Öykünün sonunda yer alan ve tüm öyküler okunduktan sonra farklı bir anlam kazanan “Seçmek mi? O kolay... Ya seçilmeyi beklemek?” cümlesi, “seçmek” ve seçilmek” kavramları, bu öykünün kitabın girişine alınmasının bir nedenini de açımlıyor: Tek bir bakış açısında kalmama, öteki tarafı göz ardı etmeme çabasını…

BIKMIŞIM ÖLÜMLERDEN, ÖLMEYİN BENDEN ÖNCE”

Öteki Düşler’i, altından kalkmakta güçlük çektiğimiz ortak bir kaybımızın derin acısını yeniden yaşamanın, öykülerde kaleme getirilen kimi ölümlere tanıklık etmenin de etkisiyle belki, Bener’de izleri kalmış bir ‘kayıplar toplamı’ olarak okudum -yazma ateşini körükleyen de hayatımızda iz bırakanlar değil mi zaten? İthaflarda geçen isimler, yazarını yakından tanımanın ayrıcalığıyla, anıları da getiriyor beraberinde. “Öykülerin anıları mı, anıların öyküleri mi?” soruları iç içe geçiyor; sıkça karşımıza çıkan göndermelerin, çoğu yıllar önce yazılmış şiirlerin, metinlerin açtığı kapılar ise, edebiyatın birbirinden doğan ve birbirine eklemlenerek sonsuza yol alan bir zincirin halkaları olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Kayıpların anıları, bugün yaşanmışçasına canlı ve renkli saklanırken bellekte, bugünün bakışında parlak renkler, ışıltılar azalıyor. Kayıpların ardından gitgide yalnızlaşarak süregiden hayata, şimdiye bir anlam yükleyebilmek için, düşlere belki de en çok ihtiyaç duyulan zamanlara geliniyor. Kolay olmasa gerek, düş gücünün sınırlarını zorlamak, nice kabullerden geçerek son öykü “Randevu”daki gibi, sonsuzluğa karışmanın hayallerini kurmak –herkesi, hatta kendini de bağışladıktan sonra...

Öteki Düşler, ortak ruh hallerimizi yansıtan bir Necatigil dizesinin açılımı âdeta: “Bıkmışım ölümlerden, ölmeyin benden önce.”

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler