Oya Baydar'ın yeni romanı

Oya Baydar, 1913’te bir suikastla başlayıp 1960’larda aynı apartmanda kesişen çizgilerle ülkenin son yüz yılının haritasını çiziyor yeni romanı “Yolun Sonundaki Ev” ile. Bu evde kesişen hayatlarla ülkenin toplumsal kırılma noktalarına uzanan yazar, İstanbul’un da bir diğer kahraman olarak var olduğu bir dünyaya davet ediyor okuru. Baydar ile kitabını konuştuk.

Yayınlanma: 26.03.2018 - 11:25
Abone Ol google-news

'Bir ülke, bir ev, yüz yıllık bir hesaplaşma'

- Yeni roman Yolun Sonundaki Ev’e gelmeden önce, bu kitabı da içine alarak son dönemde yazdıklarınızdan konuşmak isterim. Bir hesaplaşma dönemine girmiş gibisiniz. Siyasi ve yaşamsal bağlamda başınızdan geçenleri sorgulama noktasındasınız sanıyorum. Yetim Kalacak Küçük Şeyler, Surönü Diyalogları ve Yolun Sonundaki Ev... Bu üç kitabın çizgisine baktığımızda birbirinden farklı türler olsa da bir hesaplaşmanın ürünü sanki. Ne dersiniz?

- Biraz da yaşın verdiği bir şey belki... Geride bıraktıklarınıza bakıp hem kendinizle hem de hayatla bir hesaplaşma, sorgulama, yüzleşme, ödeşme ihtiyacından ortaya çıkan kitaplar bunlar, evet. Kendinle hesaplaşma denebilir elbette ama barışma ihtiyacı da denebilir. Bu yönden bakıldığında Hiçbir Yere Dönüş ve Sıcak Külleri Kaldı da birer hesaplaşma romanıydı. Ama senin de dediğin gibi bu son üç kitap daha özel bir yerde duruyor bu açıdan. Tam bir hesaplaşma, tam bir sorgulama, aynı zamanda da bir çeşit itiraf. Galiba insan ömrünün sonuna doğru hatırlamaya yöneliyor. Belki de buna hazır oluyor. Bunu 40 yaşında yapamıyorsunuz; belirli bir yaştan sonra rahatlama ve kendine güven geliyor. Bireysel tarihinizin arkasında durma, doğru yapmışım, yanlış yapmışım, öyle yapmışım, böyle yaşamışım... Kendimle açık yüreklilikle ve cesaretle hesaplaşıyorum, demek önemli olan.

-Peki, neyi tasarlayarak yola çıktınız? Romanın üzerine epey çalıştığınızı, yazboz yaptığınızı biliyoruz. Bu anlamda tüm taşlar ne zaman oturdu kafanızda? Neydi yola çıkarkenki amacınız? Sonunda o amaca ulaştınız mı? O yolda neler değişti? Bir yazarın romanıyla geçirdiği yolculuğu anlayabilmek adına soruyorum bunu...

- Yazdıklarım arasında beni en fazla zorlayan metin oldu Yolun Sonundaki Ev. Kurguyu bir türlü oturtamadım. Ben romanda kurguya önem veririm, kurgu romanın belkemiğidir. Taşların kafamda oturması güç oldu. Hâlâ da, tam oturdular mı, diye kaygılanıyorum . Yola çıkarkenki amacıma gelince, hani meşhur bir söz vardır: “Ülkenin makus talihi” diye... O makus talih insanların yaşamını da belirler. Bu noktadan hareket etmek istedim. Yüz yıl önce Mahmut Şevket Paşa suikastında asılanlar, sonra İstiklâl Mahkemeleri’nde, Kürt isyanlarında, Dersim’de asılanlar; Mendereslerin, Deniz Gezmişlerin idamı... Romana başladığımda idam konusunda tartışmalar yeniden alevlenmişti. İdamın simgesel anlamı var benim anlatımda. Coğrafya kaderdir, denir ya, ülke de kaderdir. Siyasal çalkantılar, göç, sürgün, dört bir yana dağılma… “Bir aile apartmanının kader zinciri,” diye geçiyor kitapta; ülkenin yüz yıllık tarihi boyunca insanların yaşadıklarını o apartmanın katlarında yaşatmaya çabaladım. Diğer yandan bu apartman, yani şu an içinde bulunduğumuz apartman, az önce sözünü ettiğim her şeyi yaşadı da aslında. Hikâyeler bire bir aynı olmasa bile yaşadı.

- Gerçekle kurgunun iç içe geçtiği bir yapıdan bahsediyorsunuz değil mi?

- Evet, aynen öyle. İç içe geçiyor ve gerçekten pek çoğu bu evde yaşandı. Romanı kurgularken beni huzursuz eden, üzerine kafa yorduğum bir sorun vardı: Anlatıcı meselesi. Hikâyeyi eve anlattırmak bir çözümdü ama bu benim tarzım değil, pek sevmiyorum, beceremiyorum da… Yine de evi anlatıcı yapmayı denedim ama olmadı, yapay bir metin çıktı ortaya. Bu anlamda kurguda zorlandım. Sonra yeni bir biçim denedim, ortaya elinizdeki metin çıktı.

- Bu roman sizin için nerede duruyor peki? Kişisel ve yazın tarihiniz açısından nerede konumlanıyor?

- Düşünüyorum da, ben bu romanı yazmayı çok istemişim. Yolun Sonundaki Ev anı değil. Bir biyografi de değil ama biyografik öğeleri taşıyor. Bunca yıl yaşadık ama nasıl? “Nasıl geçti bu yıllar?” sorusunu günden güne daha fazla düşündüğümü hissettim. Böylelikle de yazmaya koyuldum. Edebî serüvenimde Hiçbir Yere Dönüş veya Yetim Kalacak Küçük Şeyler’deki seviyeye ulaştığımı düşünmüyorum. Bunun cevabını verecek sizlersiniz elbette ama sözünü ettiğim iki kitap, bence yazdığım en iyi metinler.

 

TRAJİK KADERLERİ TEKRARLAYAN BİR ZAMAN”

- Türkiye’nin değişimiyle birlikte ele alıyorsunuz kahramanların hikâyelerini. Bu değişimin bir yandan da nasıl bir hafıza yıkımı olduğunu evler üzerinden anlatıyorsunuz; kentsel dönüşümle… Türkiye’deki değişimi konuşalım mı biraz? Bu kentsel dönüşümün neden ve nasıl bir siyasi malzemeye dönüştüğünü de… Yerleşmiş bir hafızayı yıkıp yerine yeni bir hafıza koymak sanki amaç. Ne dersiniz?

- Dünyada koruma bilincinin iyiden iyiye arttığı bir dönemde oluyor üstelik bu. Tamamen katılıyorum. 1990’larda bir süre İstanbul Ansiklopedisi’ni çıkaran ekipte yer aldım. Orada da bu konuları konuşurduk. Şehrin dokusunu, ruhunu değiştiren yıkım çoktan başlamıştı ama şimdi beter oldu. Dediğiniz gibi, iktidarın kendi zihniyeti ve tasavvurları çerçevesinde yeni bir toplum yaratma çabasının bir yansıması bu. Kendi kütürel kodları ve tasavvurlarında bir toplum yaratırken mekânlarını da fizikî olarak yeniden dizayn ediyorlar. Mesela Kanal İstanbul tam bir çılgınlıktır, sadece şehre değil coğrafyaya, çevreye, yaşama tasalluttur ama bu tasavvur edilebiliyor. Ne doğanın, ne tarihin ne de insanın önemi var böylesi bir zihniyete sahip olanlar için. Önemli olan rant ve iktidar. Her yeri, her şeyi; tarihi, toplumu, ormanı, ağacı, yeşili tahrip edip AVM’ler dikebilir, üstelik bundan rahatsızlık da duymayabilirler. Yanına bir de büyüme tutkusu eklenince işler daha korkunç boyuta ulaşıyor. En büyük havaalanı, bu adaletsizlik ortamında en büyük adalet sarayı, en büyük cami… Her şey en büyük. En büyük dedikçe de çağdaş değerler açısından ve estetik açıdan küçük hâle geliyorsun. Mevcut iktidarın ideolojik kökenleri, zihniyeti, kütürel düzeyi itibariyle bunu kavraması mümkün değil. Osmanlı’nın da Arap medeniyetinin de, İslam’ın da özgün ve zengin kültür altyapıları ve estetiği vardır. Mevcut iktidar bunlardan bütünüyle kopuk, neoliberalizmin kıskacında, yoz ve türedi bir zihniyetin temsilcisi. Siyasal İslam ilerlemeyi, gelişmeyi, kalkınmayı demokratik-kültürel çoğulculukta değil kendi daracık kalıplarına sıkışmış mutlak iktidarında görüyor ki buradan olsa olsa toplumsal, kültürel yozlaşma ve yıkım çıkar.

- Zaman kavramı üzerine de düşünen bir roman Yolun Sonundaki Ev. Buna Türkiye özelinde bakalım isterseniz. Ülkede zaman, hainin ve kahramanın her on yılda bir yer değiştirdiği bir dönüşüm hâlinde akmaya devam ediyor. Siz de bunu anlatıyorsunuz bir anlamda değil mi?

- Tespitin doğru, bana sorsalar bu romanın asıl kahramanı kim diye, zaman derim. Zamanın tekrarlayan ve yıpratan akışı… Bu ülkede zaman, helezonî bir döngüyle sürekli yükselerek akmıyor. Takvim değişiyor ama zaman aynı şeyleri gelip önümüze koymaya devam ediyor. Tarihsel zaman kendi kendini tekrarlayarak, o makus talihi yenemeden akıyor ne yazık ki. Galiba daha iyiye gidiyoruz derken yine aynı döngü. Tam bir iyiliğe doğru atılırken pat! Yeniden... Son yaşadıklarımıza bakın; 1910’ların, otuzların, ellilerin, seksenlerin toplumsal çalkantılarının, acılarının, yıkımlarının yeni biçimlerde tekrarını görürsünüz. Türkiye’de tarihsel zaman, helezonî döngünün bir üst aşamasına geçemiyor bir türlü, kendi etrafında dönen ve trajik kaderleri tekrarlayan bir zaman hâline geliyor.

- Acımasız bir tarih akışından konuştuk; roman da bunları konuşuyor bizimle zaten. Peki bu siyasi acımasızlık ne kaynaklıdır, nedendir? Bu siyasi acımasızlık mı bize, bugüne miras kalan?

- Siyasi acımasızlığı yaratan nedir, diye sormak gerek. Öyle bir devlet geleneği var ki bizde... Asya tipi despotik devlet geleneğinin yıkılması lazım her şeyden önce. Bütün güçlü imparatorlukların temelinde despotizm vardır, ancak imparatorluklar çözülürken ve ulus devletler kurulurken tabandan gelen burjuva devrimleri yaşamayan ülkelerde devletin ceberrut, kahhar gücü varlığını koruyor. Bu anlamda İttihat ve Terakki Osmanlı’nın, Cumhuriyet İttihat ve Terakki’nin, AKP’nin siyasal İslamı 1923 Cumhuriyeti’nin devamı hâline gelebiliyor. Öte yandan dinî temelleri olan biat kültürü toplumun hücrelerine işlemiş durumda. Dinî ya da siyasi otoriteye biat toplumu edilgin kılıyor. Bakıyorsun siyasal İslamcı iktidar Kemalist diye eleştirdiği rejimin beterini kuruyor. Bahsettiğimiz bu lanetli zincir giderek dolanıyor. Çok daha vahşi, ahlak ve vicdan yoksunu bir topluma doğru gidiyoruz. Sisifos efsanesi gibi hep yeniden, yeniden başlıyoruz. Romanda anlatmak istediğim de buydu.

 

EVİN HAFIZASINI ANLATMAK İSTEDİM”

- Kuşakların birbiriyle konuştuğu bir roman Yolun Sonundaki Ev beri yandan. Aynı apartmanda üç kuşak bir araya geliyor. Az önce konuştuk; her gün yeni fikirler ortaya çıkıyor yeni kuşaklarca… Bu kuşakları birbiriyle konuşturmak size ne öğretti? Sizin kuşağınızla bu kuşağın farklılıklarını neler oluşturuyor temelde?

- Benim kuşağımla internet çağının, genteknoloji, yapay zekâ çağının çocuklarının aynı olmaları mümkün mü? Daha iyi bir dünya için mücadele kavramı bile çok farklı. Bizler dünyayı ve ülkeyi devrimle değiştirmek için çıkmıştık yola. Bu özünde iktidar amaçlı siyasi bir mücadeleydi. Şimdi, genç kuşaklar mevcut düzene hayır derken, başka bir dünya mümkün derken doğa, çevre, hayvan hakları, barış, kadın hakları, çoğulculuk için mücadele ediyor. Mesela benim kuşağım için feminizm geri plandaydı. Kadın örgütleri bile siyasi harekete entegreydi. Asıl amaç kadınları siyasal örgüt ve siyasal hedefler etrafında örgütlemekti. Yeni kuşaklar kadının kendisi için, toplumdaki ve dünyadaki yeri için, otoriteyi ve hiyerarşiyi reddederek mücadele ediyor. Yolun Sonundaki Ev’in anlatıcısı “uzaklardan gelen çocuk” Andi mesela, ki Andi dördüncü kuşak sayılır evin sakinlerine baktığımızda, o da daha iyi bir dünya arayışından kopuk değil ama duyguları da, yöntemi de çok farklı.

- Hafızadan, eski yaşayıştan, tarihten konuştuk. Yolun Sonundaki Ev’in yazılışında eskilere duyulan özlemin nasıl bir etkisi vardı? Kentsel dönüşümü anlatışınızda da bu duygusal refleks seziliyor…

- Evet, özellikle bazı dönemleri öyle bir özlemle yazdım. Biz bu semte, Levent’e 1951’de geldik. O zamanlar sadece birinci Levent vardı. En fazla iki katlı, çoğunluğu tek katlı, küçük bahçeler içinde minicik evler. Her şey, herkes mütevazıydı, ilişkiler insanîydi, komşuluk, dostluk, basit bir yaşam… Çok hoştu. İnsan yaşlanınca yaşamının belli bir dönemine dönermiş sürekli. Gerçekten öyleymiş. Ben de hep o dönemin Levent’ine, o günlere dönüyorum. Romanın kahramanlarından Tom Anne’nin, -ki o gerçek bir kişilik ve hâlâ yukarı katta yaşıyor- sürekli tekrarladığı, “Ne iyi komşulardık biz, ne güzel komşulardık biz” sözü, o günlere, o semte duyulan özlemi yansıtır.

- Mekânın hafızasına inanır mısınız? Romanda evi konuşturmak istememişsiniz ama siz onunla epey konuşmuşsunuz…

- O, insanın mekâna atfettiği bir şey. Yani mekânın hafızası denen şey aslında yine insan hafızası. Düşünelim; bir olayı hatırlarken akla ilk nerede yaşandığı sorusu gelir. Ardından kokular, renkler... O açıdan mekân çok önemli. Evi anlatıcı yapamasam da dediğin gibi, evin hafızasını vermek istedim. Sadece evin değil, nesnelerin, eşyanın hafızası romanın kahramanlarında yansıyor. Ve çok tuhaf, insan gençken bütün bunlara pek önem vermiyor.

- Yanıtlarınızda yaşınızdan dem vurdunuz epey. Neden bu kadar sık geliyor aklınıza?

- Haklısın, galiba zamanımın az kalmış olmasının tedirginliğini yaşıyorum. Dünyanın ve ülkenin hâlini kaldıramadığım, artık bitsin, ağır geliyor duygusuna kapıldığım oluyor sık sık ama yapmak istediğim işler, görmek istediğim yerler, okumak istediğim bir sürü kitap var. Biraz daha vaktim olsun istiyorum. Yaş takıntısı bu yüzden herhalde.

Yolun Sonundaki Ev / Oya Baydar / Can Yayınları / 272 s.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler