Arife Kalender'den 'Yağmur Sandım Kendimi'

Arife Kalender’in “Yağmur Sandım Kendimi” adlı yeni şiir kitabı okurla buluştu. “Yağmur Sandım Kendimi”; dünyanın, doğanın, insanın bozulmasına, kirlenmesine karşı direnen şiirlerden oluşuyor. Kalender ile şiirlerini konuştuk.

Yayınlanma: 07.05.2018 - 18:13
Abone Ol google-news

‘Şiirin büyüsüne inanmasam niye yazayım?’
 

- Su ve dünya imgesi sıklıkla geçiyor şiirlerinde. Su çoğunlukla temizleme arzusuna tekabül ediyor. Özellikle de dünyayı. Eline fırça ve hortumu almış, tütsülerle, şiirler okuyarak lekeleri temizleme çabasında olan bir kadın var şiirinde. Tutar mı bu büyü?

- Haklısın Deniz. Suyu az bulduğum yerde nehirler, ırmaklar da devreye giriyor. Sonunda Yağmur Sandım Kendimi diyerek suyla özdeş olmak istedim sanırım. “Onun tozuna al, bunu yıka, şunu temizle” emirleriyle başlayan su ve kadın ilişkisi çok eski. Akışını izlemek, dökülüşünü seyretmek, serinlemek, dere kıyısında çubuklarla çırparak suları yükseklere fırlatmak, yağmur sularını boylamak, çeşme yalağında yüzünü seyretmek, sellerin yıkımını görmek, ay ışığında ince bir sim gibi dağların arasından geçen nehri izlemek… Suyun sağaltıcı ve hafifletici, yanı sıra boğucu ve kıyıcı tarafı da beni ilgilendiriyor.

“Çocukluğu öldürülmemiş çocuk var mı?” diye, kitabın başında soruyorum ya, ilk kirlenen şey çocukluğumuz. ‘Çirkin’ şiirinde: “Durmadan kayıyor hayatın oturduğu zemin” derken de doğa ve toplum tarafını işaret ediyorum. Şiirlerimin bozulan, yok edilen, çirkinleştirilen yaşamla sorunu var. Lekeli bir gündüzü temizmiş gibi ömrüme koyamıyorum. Bunun için de elli yıldan bu yana, şiiri su yerine kullanıyorum. Temizlesin, ferahlatsın, parlatsın diye… Şiirin büyüsüne inanmasam niye yazayım ki?

- Ama bir yandan da “su yalan, ekmek talan, toprak kirli” diyorsun kandırılmaktan ve kanmaktan söz ediyorsun. İnsanın insana söylediği yalanları dökelim mi ortaya?

- Yalan gerçeğin öteki yüzü. Şiir de gerçekle yalan arasında gidip gelmiyor mu zaten? Gerçek sandığımız çoğu şeyin birer yanılsama olduğunu öğretti zaman. Ömrümüz çoğunlukla düş mezarlığına döndü. Aşklar, inanışlar, sevgiler, düşünceler… Bir yanda çocukluktan yaşlılığa göçerken duyumsanan yalan’mış duygusu; öte yanda alıştığımız ve inandığımız değerlerin kısa sürede yerle bir edilişi kanma duygusunu pekiştiriyor. “Bu da sırlarımızı sardığımız örtüler/ bir sabah denizi kadar masum/ihanet hazırlığındaymış günler/yemek hazır, yatak sıcak, ateşli sevişmeler/devrim resimleri yapardı çocuklarımız/ne çok hikâye anlatırmış gündüzler” dizelerindeki gibi. Dönemler ve koşullar kendi insanını yaratır. Yalan ve yanılma ilk insandan günümüze yaşamın yoldaşlarıdır ama siyasi yalan başka bir şey. Ayaklarımızın altından toprağın çekilmesi, temel direklerin yıkılması, değerlerin tükenmesi, savrulmalar… Toplumu alabora ederken, içindeki bireyi de yok ediyor.
 
“BİREYİN EGOSU SU YÜZÜNE VURDU”

- Su imgesi kadar zamanla da uğraşıyorsun.

- Zaman, her dönemde şiirlerin ana temalarından biri oldu. Ölümle kol kola bugüne geldiler diyebiliriz. M. Cevdet Anday, “Aslında zaman yoktur” dese de, var ki sürekli karşımıza çıkıyor. “Zaman Evinde Uğultular” bölümünde olduğu kadar, başka şiirlerde de bu konuya yöneldim. ‘Kiralık Saatler’de: “durmadan yüzümü yıkıyorum durmadan/derime yapışmış zaman çıkmıyor”derken, ‘Kentler’de, zamanın mekânları da insanıyla beraber yok ettiğini söylemek istedim.

- “Şimdi kimse kimseyle ölmüyor” diyorsun. Bu bir serzeniş; uyumun, toplumun, ortak ruhun bozulmasına bir gönderme. Ama bir yandan kimse kimse için ölmesin artık Arife, birbirimiz için yaşayalım.

Evet, bu dizeler toplumun ortak ruhunun kayboluşuna bir gönderme. Birey egosunun su yüzüne vurduğu; hatta barbarca, sanattan-estetikten yoksun olarak, saldırganca ortaya çıktığı günleri yaşıyoruz. “Biz” ve “Toplum” kavramlarıyla yetişen, “komşunun komşuya ekmek verişi, komşunun komşudan ateş alışı” günlerini yaşayanlar için bu soğuma şaşırtıcı ve acıtıcı. “Ne canım kaldı ne cananım ey devrim/ tarih sevicisi değilim, öyle bakmayın bana” dediğim yerde, insanın (duygu-bilgi-estetik donanımlı) yok oluşuna tepki var. Eskiye özlem değil. Yeninin çoraklığına, karanlığına, yavan ve yapay oluşuna tepki. ‘Otun Söyledikleri’nde: “Korkuyorum bana benzeyeni öldürmekten/öteki beni, kendimle vura vura /bırakın dedim/ bırakın doğasıyla dalgalansın denizler” derken, isyanım doğanın ve yaşamın yok edilişine…
 
“ÖNCE ANALAR EĞİTİLMELİ”

- Otoriteyle de meselen var. Mesela annelerin “devletin ve babanın jandarması” olmak zorunda bırakılmasına, babanın dilinin şiddetine maruz kalmaya kadar birçok eleştiri yöneltiyorsun. Dilin tahakkümü üzerine konuşalım mı?

- Şiirlerimin genelinde otoriteye karşı duruş var. Bu, devlet de olur, baba da. Onların öğretileri genellikle anne aracılığı ile sürer. Bugün kadın ve töre cinayetlerinin çoğunda kadın elinin olduğunu biliyoruz. “Babana söylerim” ile başlayan öğretiler, yanına dinlerin emirlerini de alarak çağlar boyunca kadına eril dili ezberletmiş. “Tüm zamanlarda anamdan öğrendiğim/baba dilimin şiddeti/balyoz indirir duvarlarıma” dediğim buydu. Mustafa Kemal’in, “Önce analar eğitilmeli” derken kastettiği de buydu. Çocukla otorite (baba-devlet) arasındaki en iyi iletken analar. Onların zayıflığı ve tutsaklığı sonraki kuşaklara yansıyor. “Babaların Kızları”nda: “kızları, yan yana durmuşuz/yanlışları düzelten annemin elleri un/gülmelerimizi kısmaya çalışıyor, susun!/kadın kısmının hamurunu anlatıyor/yoğrulmuş, yorulmuş emirlerden”…

- Peki çölün yalnızca kum olmadığını öğrendik mi?

- Çok şeyin bir şey olmadığını ya da bir şeyin çok şey olduğunu öğrenmek yordu. “ne desem yanıyor dudağımdan çıkınca/ demiyorum. Boşver!”…
 
Yağmur Sandım Kendimi / Arife Kalender / Hayal Yayınları / 88 s.
 
 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler