Gül İrepoğlu'dan “İstanbul Yıldızı”

Kanuni Sultan Süleyman'ın miğfer-tacı, cellat pazarına düşen mücevher saat, Kösem Sultan boğulduğunda kulağından çalınan paha biçilmez küpeler, II. Abdülhamid'in Paris'te satılan mücevherleri ve günümüzde kıyasıya çekişmeyle geçen bir müzayede. Hepsinin ortak yanı “İstanbul Yıldızı” denilen göz alıcı elmas. Gül İrepoğlu'yla yeni romanı “İstanbul Yıldızı” üzerine söyleştik.

Yayınlanma: 21.07.2014 - 14:50
Abone Ol google-news

'Hepimiz taşın peşindeyiz'

Kanuni Sultan Süleyman'ın miğfer-tacı, cellat pazarına düşen mücevher saat, Kösem Sultan boğulduğunda kulağından çalınan paha biçilmez küpeler, II. Abdülhamid'in Paris'te satılan mücevherleri ve günümüzde kıyasıya çekişmeyle geçen bir müzayede. Hepsinin ortak yanı “İstanbul Yıldızı” denilen göz alıcı elmas. 

- Efsane elmas, yol gösteren ama yoldan da çıkaran bir mavilik roman, taşın değerinden çok simgeledikleriyle kavrulsa da, o göz kamaşması bakî. Metin boyu kadın erkek her okuyan farklı öncelikler, kendince sebeplerle, tıpkı dağarında yer bulmuş her roman kişisi gibi elmasın peşinde. Hepimiz taşın peşindeyiz. Tarihin, gücün ve iktidarın yoldaşı olagelmiş bu mücevher tam bir sosyolojik olgu da.
- Evet, dediğiniz gibi hepimiz taşın peşindeyiz! O taş zaman içinde türlü biçile, türlü renge renge bürünse de aslında değişen bir şey yok. Üstelik bizler bunun bilincinde olsak da hırs denen o garip duygu sezileri ve deneyimleri bastırarak öne çıkıveriyor, ruha egemen oluyor. Galiba kaçınılmaz bir durum bu! Bu romanda mücevherin, daha doğrusu mücevheri oluşturan o göz kamaştıran cevherlerin yol açtığı serüvenler üzerinden insanlık halleri aktarılıyor zaten. Yeraltının bin yıllar boyunca karanlıklarda saklanıp olgunlaşmış zehirli ama bir o kadar da çekici ve hiç ölmeyecek meyvelerinin ölümlüler için simgeledikleri. Hem en karmaşık, hem de en dolaysız ifade yollarıdır mücevherler. Ender bulunana sahip olarak diğerlerine üstün gelme, bu yolla sıradan olanın arasından sıyrılarak güce kavuşma çabası. Sosyolojik bir olgu, kuşkusuz. Ben 1996'dan beri mücevher tarihi üzerinde çalışıyorum, 2012'de bu konuda geniş kapsamlı bir kitabım yayınlandı: “Osmanlı Saray Mücevheri-Mücevher Üzerinden Tarihi Okumak.” Bu kitabın alt başlığı önemliydi çünkü kitabı yazarken mücevherin tarih içinde nasıl bir gösterge olduğunu bir kez daha anladım ve bunu yansıtmaya çalıştım. Ama elbette bu bir bilimsel kitaptı. “İstanbul Yıldızı”nda ise bilgimi hayallerimle kurguladım özgürce, hayallerimin önde gitmesine, herşeyi alıp sürüklemesine izin verdim, verebildim.

“DEVİRDEN DEVİRE İZ BIRAKIYOR!”

- Neler nakşedili, eline alan veya geçiren herkesin öyküsünü, kişisel tarihini değiştiren, Padişahlardan, gözdelere, paşalardan hırsızlara, tefecilerden müzayedelere dere tepe aşmış, yerin dibinden arzın merkezine yükselmiş bu taş”ın gövdesine, ruhuna?
- Madenlerden binbir güçlükle çıkarılan değerli taşlar üzerinde ve içinde acılar ve sevinçler yüklü zamanı taşır, bizler bu zamanın yalnızca kısacık bir süresine tanık oluruz. O taş ise devirden devire, elden ele geçer, yaşamlara dokunur, iz bırakır, iz toplar ve yoluna devam eder, çekiciliğini yitirmeksizin. Boşuna değil romanın ithafı: “Yeraltının yıldızlarını çıkartanlara, işleyenlere, tasarlayanlara ve yeryüzündeki geçici sahipliğini değer bilerek üstlenenlere.” Şimdi burada durup değerli taşların içlerinde hem iyiyi hem kötüyü barındırma yeteneği gibi bir şey gerçekten olabilir mi gerçekten diye düşünmeli mi, bilmem! Ne olursa olsun, bu değerli taşlara sahip olup üzerinde taşımanın bir sorumluluğu olduğu tartışılmaz, doğanın binlerce yılda özenerek oluşturduğu bir parçaya en fazla bir ömürlük sahip olma gerçeğinin farkında olarak. Romandaki “İstanbul Yıldızı” da “ruhunda” birçok güç taşıyor, metinde yer yer onu yaşayan bir varlık gibi işledim zaten.

- Tasarlanan zaferlerin, arzulanan fetihlerin simgesi “İstanbul Yıldızı”, politik, stratejik bir mesaj, iddia, gözdağı olduğu kadar belki de en önce bu ama başka nedir? 
- İnsanlık bin yıllardır bu taşlara pek çeşitli anlamlar yükleyip onlardan medet umduğuna göre, örneğin elmasın cesaret kaynağı olduğuna, onu takanın hükümdarların gözüne hoş görüneceğine, düşmanlardan korunup kimselere yenilmeyeceğine, cüzzama, sara'ya yakalanmayacağına, hatta elmasın kara sevdayı iyileştireceğine inanarak bunları cevhername denen kitaplara yazdığına göre, bu bilgiler birikmiş bir kültür mirasıdır demeli ve göz ardı etmemeli bence!

- Ne zamanlar takıyor ve takmıyor tacı padişah?
- Osmanlı Devleti'nin bir dünya imparatorluğuna dönüşmesiyle birlikte mücevher yaşam kültürüne girmeye başlamıştır. Törenlerde mücevher eşya kullanımı vazgeçilmez bir geleneğe dönüşmüş, mücevher takılar da başta Padişah'ınki olmak üzere giyim kuşamın doğal ve önemli bir parçası konumuna gelmiştir. Hükümdar halk içine çıktığında veya elçi kabul ettiğinde zengin, gösterişli bir görünüm sergilemek, “göz kamaştırmak” zorundadır, bundan hoşlansa da hoşlanmasa da. Her zaman olduğu gibi bir iktidar göstergesidir bu.
Gündelik yaşamındaysa daha hafif giysilerle yetinebilir ama zaten tarihçiler böylesi ayrıntıları yazık ki yeterince kaydetmemiş, dolayısıyla tarihin satır aralarını okuyarak ve varsayımlara dayanarak bazı sonuçlara varıyoruz, kısmen de bizim hayalgücümüze kalmış.

“TARİHİN PARLAK VE KARANLIK YÜZLERİNİ BİRLEŞTİRDİM”

- Metnin rotasındaki duygu geçişleri. Bir aşk, tutku, tensellik giriyor devreye, bir dünya gaileleri, güç savaşları...
- Mavi elmasın yaşamlarına dokunduğu kişilerin karakterleri ve konumları belirliyor o sırada vurgulanan temaları. Her biriyle farklı ilişkiler kurdum yazarken, ben de onlarla birlikte dalgalandım ya da kabullendim veya hırslandım. Tarihin parlak ve karanlık yüzlerini kendimce birleştirdim bu romanda, kanlı sahneleri sakınmadan yazdım. Bir ara romanın ismini “Elmasın Karanlığı”nda koymayı da düşünmedim değil ancak bütünde İstanbul'un tarihiyle de simgesel bir özdeşleşme söz konusu. İstanbul her zaman olağanüstü güzel ve her zaman ürkütücü derecede çetin bir yer, bünyesinde korkunç karmaşalar ve çekici bilinmezler barındırıyor. O taşı “İstanbul Yıldızı” olarak adlandırmam rastlantı değil elbette. Bugünlerde bana bu taşın gerçekten var olup olmadığı sıkça soruluyor, ben de bunun her birimizin zihninde var olduğunu söylüyorum. Benim zihnimden çıkıp bu romanı yazdırdı işte, “İstanbul Yıldızı” isminde de karar kıldırdı!

- Göz de korkutuyor elmas. Hani laneti var denemese de tam olarak başı derde soktuğu da vaki tarihi boyunca cadı avları boyu birbirinin ensesinde bitenlerin? Üstündeki “ah”lar kimin ve zimmeti asıl kime?
- Böylesi sıradışı bir taşın göz korkutmaması olanaksız! Bilirsiniz, insanlar farklı olandan, çizginin dışına çıkandan, hele hele çok güzel olandan ürkerler, ama bu onu elde etmeye çabalamaktan alıkoymaz onları. Özellikle özgüvenleri abartılı olanları, ki burada zaten böyle sivri kişilikler var karşımızda, yükselme yolunda engel tanımayanlar var... Bu elmasın “ah”ları Hindistan'daki madenden çıkarıldığında başlıyor, sahiplerinin günahlarıyla birlikte artıyor, onu hırsla elde etmeye, sahiplenmeye çalışanlara yapışıyor. Gazanfer Ağa ve sonra Kösem Sultan üzerinde çok düşündüğüm, daha doğrusu insanı ister istemez düşündürten gerçek karakterler. İkisi de ayrı ayrı birer roman konusu olur; özellikle Kösem Sultan çok “yıpranmış” bir tarihsel kişilikse de bugüne kadar yazıldığından farklı, çok yönlü ele alınabilir. Bu romanda kahramanlardan biriydi yalnızca, hikâye onun üzerinden değil, elmasın üzerinden yürüyordu ve kendimi frenleyerek onun hakkındaki hayallerimin epey bir kısmını bir başka metne bıraktım. Yine de romanın sarsıcı yönlerinden biri o diye düşünüyorum.

“ORYANTALİZM YENİDEN TANIMLANIYOR ARTIK, KUSURLARI ORTADA”

- Doğu... Doğu'nun ruhu nasıl döşendi romanın kalbine? Ne bakış açısından tercih ettiniz atlas yorganı, aşkı, büyüyü, imparatorluğu ve o “yalan yanlış oryantalizm”e nasıl kafa tutarak yaptınız bunu?
- Roma'nın kalbi eski İstanbul için doğru bir tanım ve o kalp hâlâ atmaya devam ediyor bir şekilde; kenti kelime anlamıyla biçimlendiren ruh kalıcı bir ruh, ne kadar değişikliğe uğrasa da. Öte yandan yüzyılların Osmanlı karakteri de kentin her yanına işlemiş ve İstanbul böylece gelişmiş, zengin ve renkli bir karışım olarak. Bu benzersiz coğrafyada pek çok katmana yer var, o katmanlar birbiri üzerinde yükselse de geçmiş varlığını korur, bir yerden kendini anımsatır, diğerini de kenara itmeyerek. İstanbul'u İstanbul yapan budur. Onun için bunca hikâye, bunca söylence barındırır, esinlendirir. Oryantalizme yeniden ele alınıp tanımlanıyor artık, kusurları ortada. Eski, gülünç denebilecek bakış açıları geçerliliğini yitiriyor. Kalıplaşmış ve gerçeğe dayanmayan söylemleri kullanarak birşeyler kurgulamak kolaya kaçmak, tembelliğe sığınmak olur. Zaten tarihte geçen metinler yazmak, tarihi çok iyi bilmeyenlerin kalkışmaması gereken bir iştir bence. Aksi takdirde yazar kendini sizin belirttiğiniz gibi oryantalizm tuzağında, bu dünyayı iç taraftan tanımayan bir yabancının uydurmalarını tekrarlarken bulur. Eğer okuyucu hiçbir yabancılaşma etkeniyle sarsılmadan, bilgiye ters düşmeden, yüzyıllar öncesinin İstanbul'unu duyumsayarak gözünün önünde canlandırarak, diyaloglara inanarak sayfaları çeviriyorsa o roman “olmuştur.”

[email protected]

İstanbul Yıldızı/ Gül İrepoğlu/ Doğan Kitap/ 160 s.

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon