Varoluşçu güvercin

İsveçli yönetmen Roy Andersson’un ‘İnsanları Seyreden Güvercin’i bir başyapıt.

Yayınlanma: 16.10.2014 - 21:19
Abone Ol google-news

Şehir sinemalarındaki yeni Woody Allen eserini (“Sihirli Ay Işığı”nı) bile göremeden yine cumburlop içine daldığımız Filmekimi’nde, son Venedik Festivali’nin Altın Aslan’ını kazanan, kolay kolay akıldan çıkmaz, harika bir film seyrettim bu hafta: “İnsanları Seyreden Güvercin”. 14 yıl önce “İkinci Kattan Şarkılar”ına hayran kaldığım, İsveç sinemasının az ama öz üreten, usta yönetmeni Roy Andersson’un o kendine özgü, aykırı melankolik vizyonu ve kara mizah ağırlıklı, incelikli üslubuyla günümüz insanına bakışının ürünü niteliğindeki birtakım skeçlerden bütünlenen “En Duva Satt pa en Gren och Funderade pa Tillvaron-İnsanları Seyreden Güvercin” (tam çevirisiyle “Bir Güvercin Bir Dala Konmuş Varoluş Hakkında Düşünüyordu”), bu filozof tavırlı, bilge yönetmenin tuhaf, karanlık, tedirgin edici dünyasından ve gülümsettiği kadar düşündürücü de olabilen kara mizahından pasajlar sunan, çeşitli göndermelere, dokundurmalara sahip, çarpıcı bir “auteur” eseriydi. Vampir dişleri, kahkaha torbası, tek dişli çirkin adam maskesi gibi şaka oyuncakları satan, Andersson’un modern Don Kişot-Sanço Panza çeşitlemeleri olarak adlandırdığı, bize de biraz Lorel-Hardi  komik ikilisini çağrıştıran, insanları eğlendirmek bizim işimiz diyen, biri mızmız öteki çokbilmiş iki gezgin ve bezgin satıcı ortağın (Nisse Vestblom, Holger Andersson) hikâyesi bağlamında gelişen filmde, her an çepeçevre kuşatılmış olarak yaşayageldiğimiz ölüm kavramı kurcalanıp didikleniyordu orasından burasından. Uzun aralarla çektiği filmleri  hep merakla beklenen yönetmen Andersson’un “İkinci Kattan Şarkılar”la görmediğim “Siz Yaşayanlar”ın (2007) ardından “Yaşayanlar” üçlemesini noktaladığı “İnsanları SeyredenGüvercin”, Ruslarla yenileceği bir savaşa giden (sonra da Osmanlı’ya sığınacak olan ve bu arada kadınlardan da pek hazzetmediği vurgulanan) İsveç kralı 12. (Demirbaş) Şarl döneminden uygar Avrupalıların gariban Afrikalıları metalden yapılmış,  devasa bir silindir tencereye koyup pişirdikleri sömürge çağlarına ve Nazilerin tüm Avrupayı kana buladığı, faşizmin
pençesindeki o dehşetengiz (Lili Marlen’li) 1940’lı yıllara kadar, geçmişin ve günümüzün karmaşık dünyasına bilgece kamera tutan, ayrıntıları ve yansıttıklarıyla, derinleşip  benzersizleşen bir başyapıttı sonuçta. Bu kolay kolay unutulmaz Roy Andersson
epiği, Filmekimi’nde şimdilik seyredebildiklerimin en iyisiydi diyebilirim.

Zalim otoriteye isyan...

Baştaki kesilmiş bir ineğin derisinin yüzülmesine nezaret edip tüketime uygun damgası vuran, boşanmış, veteriner bir babaya, ergenlik sorunları yaşayan kızı Lili’yle köpeği Hagen’i teslim ediyor, yeni erkeğiyle üç aylığınaülke dışına gidecek annesi.

Ancak melez bir sokak köpeği olan Hagen’i apartman baskısı nedeniyle evde tutmayıp barınağa vermek isteyen baba, Lili’nin tüm itirazlarına karşın sokağa terk ediyor munis Hagen’i. Bir orkestrada trompet çalan Lili’nin, Fareli Köyün Kavalcısı gibi trompetiyle sakinleştirdiği Hagen’i, kumarcı köpek dövüştürücülerinin eline düşüp ağır baskı ve işkencelerden geçeceği acımasız bir dünya bekliyor Budapeşte sokaklarında. Günümüzde kökeni, ten rengi ya da cinsel tercihinden ötürü tüm baskıya maruz kalanların metaforu gibi algılanan Hagenimizin, gaddar barınak yöneticilerine başkaldırıp (bütün köpeklerin Spartaküs’ü gibi) öteki sokak “it”leriyle beraber insanoğlunun ağır zulmüne karşı isyan etmesini Lili’nin büyümesine paralel bir şekilde hikâye eden, Kornel Mundruczo’nun yönettiği Macar filmi “Feher Isten-Beyaz Tanrı”, Filmekimi’nin ilk günlerindengönlümde ve belleğimde yer eden bir başka etkileyici filmdi.

Örgütlenmişçesine, koştura koştura sokaklara dağılıp Lili’nin konserini de basan Hagen’le
itler ordusunun naif bir finale bağlanan intikam serüvenini baştan sona, yoğun bir duygular seli halinde aktaran “Beyaz Tanrı”nın mesajını, yönetmen Mundruczo’nun jeneriğe eklediği R.M. Rilke alıntısı (“Bizi ürküten her şey sevgimize muhtaçtır!”) yeterince özetliyordu zaten.

Son Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün en iyi filmi seçilmiş ve Macar sinemasının
namlı ustalarından Miklos Jancso’ya adanmış, boşanmış aile melodramından aksiyon
ve gerilime yönelerek türler melezi halinde seyreden bu soluk kesici film, öncelikle hayvansever seyircinin gönül tellerini titreten, çok iyi yönetilmiş o köpeklerin sürü halinde koşturduğu sekans gibi etkileyici bölümleriyle unutulmazlaşan bir zalim otoriteye isyan çeşitlemesiydi kısacası.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler