Bir aidiyetsizlik hikayesi: Aç Köpekler

“Aç Köpekler”, aidiyetsizlik sorunu yaşayan bir adamın hikayesini anlatıyor. Anadil, faili meçhul, yurtdışında hayat kurmanın hayalleri... Kısacası son yılların önemli sorunlarını barındırıyor. Ancak buna rağmen, koltuklarınızdan kalktığınızda, sadece bir insanın hayatına misafir olduğunu hissettiriyor. Biz de bu işte emeği olan üç isimle; Mirza Metin, Cem Uslu ve Sermet Yeşil'le konuştuk.

Yayınlanma: 27.02.2015 - 13:16
Abone Ol google-news

Bir insan hikayesi bu. Kendini parçalayan, çürüten, “olamamış” bir insan hikayesi. Bir yanı Türk olmaya uğraşan, diğer yanı Kürt kimliğini hatırlamaya çalışan; bir yanı hırsız diğer yanı emekçi; bir yanı şefkat diğer yanı şiddet dağıtan, içinde iki kişi barındıran bir insanın hikayesi. Onu kağıda Mirza Metin döktü. Sahne üstünde Cem Uslu yönetti. Sermet Yeşil, ete kemiğe büründürdü. İşte karşınızda “Aç Köpekler”.

-Bu üçlünün yolu birbiriyle nasıl, ne zaman keşisti?

Mirza Metin: Yiğit Sertdemir, Altı Üstü Oyun'un dördüncü projesini yazmamı teklif ettiğinde, onunla kim oynar, kim yönetir, diye konuşmaya başladık. Cem’i önerdim. Yiğit de, tamam, dedi.

Cem Uslu: Mirza’nın Disko 5 No’lu oyununu izleyince hayran olmuştum. Hatta oyun sonrası yanına gitmiş, ama konuşamamış, sadece bakmıştım. Bu metni yönetmemi teklif edince hemen kabul ettim. Zaten Yiğit’e kızmıştım bu projeye başladığında, “Ben de oyun yazıyorum, niye bana gelmedi bu” diye, “İyi bari yöneteyim” dedim (gülüyor). Sermet'i de ben önerdim. Konservatuvarda dersine girmiştim. Bu oyunla ona önce hocam, sonra abi, en son da Sermet demeyi öğrendim (gülüyor).

Sermet Yeşil: Oyun bana ilk önerildiğinde, Eskişehir’de ve İstanbul’da ikişer oyunum vardı. Bir de üniversitede ders veriyorum. Kabul etmemiş, ötelemiştim, ama metni okuyunca, “sıkışsam da, ben bunu yapmak istiyorum”, dedim.

- Neden; ne çekti metinde sizi?

S. Yeşil: Çünkü Mirza’nın metni bir oyuncu için çok elverişli, damardan. İki karakter oynayacağım, ikisini de ben oynayacağım, bunu seyirciden saklamaya çalışacağım… Açıkçası oyun, beni önce oradan yakaladı. Her okuma sonrasında daha da içine girdikçe başka şeyler çıktı.

C. Uslu: Metnin ikinci katmanında, bir kimlik problemi, Güneydoğu’dan buraya küçük yaşta göçmüş, nereye ait olduğunu bir türlü bilememenin sıkıntısını yaşayan bir adam var. Türkiye’nin doğusuyla batısı arasındaki sıkışma, oradan çıkan patlama, doğunun ve batının kendi içindeki sıkışmışlığı, kadın, anadille olan ilişki... Bu konuların hepsi çok çekici, ama bütün bunların ötesinde bu oyun, benim için çok gerçek, duygusal, psikolojik bir hikaye. Ben insanın duygularıyla, güdüleriyle ilgileniyorum.

S. Yeşil: Aynen bütün bu söylemleri sıyırdığımda ortada çırılçıplak bir tehdit görüyorum. Metropolde yaşıyoruz. İçinde bir sürü kaos var. İnsanlar artık birbirine karşı bir tehdit oluşturuyor, hem kendi hayatına, hem çevresine yayılan bir tehdit bu. Oyun da bunu anlatabilmenin bir yolu.

-Gerçekten de içinde pek çok sorunu barındırıyor oyun; anadil, faili meçhul, KCK davalarına atıf, umutsuzluk, yurtdışında hayat kurma planları, kadına yönelik şiddet… Ancak koltuktan kalktığınızda “sadece bir insan hikayesi dinledim” diyorsunuz. Üstelik de bunları tek bir kişi olarak siz anlatıyorsunuz. Oldukça ağır bir sorumluluk olmalı bu?

S. Yeşil: Çalışırken, oyuncu olarak kendime bir gerçek buldum ve ona tutundum. Çünkü ben inanmazsam, seyirciye inandıramam. Çok ucu açık bir metin bu, oyuncu için her şeye gidebiliyor. Düğümleri çözmeye çalışıyorsun, ancak finale kadar emin olamama hali içinde kalıyorsun, aslında oyundaki karakter bunun içinde yaşıyor, o da kendi adını karıştırıyor bir süre sonra. Bir yerden sonra odadaki bir kadının hikayesi akmaya başlıyor. Tren raya oturunca, iki sallandı ama aktı. Hala da yolda o tren. Her oynayışta seyirciyle birlikte karakterleri koklamaya devam ediyorum.

-İnsanlar koltuklarından nasıl bir duyguyla kalksalar mutlu olursunuz?

S. Yeşil: Bir tiyatro oyunun bir çözüm önermesi, bu işin bir şeyleri değiştirmesi söz konusu değil, ancak soru işareti yaratıp bir gıdım da olsa konuşmaya geçirse yeter. Bilet alıp gelmiş bir izleyenle karşılıklı oturup “Bunu nasıl çözebiliriz” zemini üzerinden bir tartışma yaratıyoruz.

C. Uslu: Yaptığınız sanatsa, en önemlisi o zaten. Bu, “budur” denecek doğruyu tiyatrocu da bilemez. Doğru sürekli değişiyor. “Bu böyle olmalıdır”, demek yerine, “Bu böyle, acaba bu yüzden bazı marazlar yaşanıyor olabilir mi, bunun üzerine beraberce düşünelim mi” demek daha doğru. Paylaşmak.

M. Metin: Ben acısını duyduğum şeyleri yazmaya özen gösteriyorum; anadil, ötekilik, aidiyetsizlik, metropolde yaşamanın yarattığı kaybolmuşluk... Bunlar tabii son 30 yıl içinde yaşanmış, güncelliğini koruyan şeyler. Güncel şeyleri kurguya dönüştürebilmek hakikaten çok sıkıntılı. Bu ajitprop metne de dönüşebilirdi, ama temeline insan koyabiliyorsan derinlikli olabilir. Tıpkı “Disko 5 No”lu oyunumda olduğu gibi; Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceler, hakaretler 30 yıl önce yaşansa da hala travmasını taşıyan insanlar var. Benim için önemli olan bunları propaganda yapmadan dillendirmek, dertleşmeye dönüştürebilmek.

- Oyunun oturduğu temel, aidiyetsizlik hali aslında. Sanırım bu çağın en önemli sorunlarından biri bu. Siz de taşıyor musunuz bu hissi?

C. Uslu: Aidiyet mekanla, zamanla, toplumla, işle, ilişkilerle, en çok da kendinle kuruluyor. Mesleğine ne kadar ait olduğun konusunda çok sıkıntılar yaşıyorsun, şüpheye düşüyorsun. Zaten o şüphe hiç bırakmıyor seni. Bin ütopist köpekler gibi olmayı içgüdüsel olarak seçmişim küçüklüğümden beri. Aslında oyundaki karakterin, Beşir’in, sıkıntının sebebi bu; asimile olamamış. Bir yere ait hissetmek istemiş kendini, olmamış. Şehirli olmak istemiş, olmamış. Para kazanmak istemiş. Olmamış. Bir kadınla yaşamaya başlamış. Olmamış. Yani bir türlü olamamış. Aslında “ne idüği” belirli bir adam olabilseymiş bu patlamayı yaşamazmış. Benim için bu, aynı zamanda bir küçük burjuva hikayesi. Eylemlerinin, tercihlerinin arkasında duramamış.

M. Metin: Aidiyetsizlik yaşadığımız için zaten bunları yapıyoruz. Bunu yapmasaydım herhalde milliyetçi, faşist olurdum. Çünkü aidiyet dediğimiz şey bir yerde bayrağa yaslanmayı çağırır. Oyunda Beşir diyor ya sokakta kaldıklarında, “Şu bayrak direğinin altında uyuyalım da, ölürsek şehit oluruz”. Beşir ve Beşer’in bu kadar çok kaybolmasının en büyük sebebi aslında ulus denen şeyin insanların hayatlarını paramparça etmesi; farklı dinleri, dilleri birbirinden ayrıştırması. Büyük metropollerde bu farklılıklar hem çok iç içeler, hem birbirlerinden çok ayrılar.

- Tıpkı oyundaki karakter gibi; Bir yarısı askerliği yüceltip Türk olmaya çalışıyor, diğer yarısı Kürt kimliğine sahip çıkmaya. Biri, hırsız, diğeri emekçi yanına yaslanıyor...

M. Metin: Evet, biri egemen olanın bir parçası oluyor, çünkü öyle var olacak. Yoksa daha fazla kaybolacak. Diğeri de kimliğinin farkında, ama ikisi de çağırdıkları şey olamıyor. Dolayısıyla da hem birbirine çok benzemekten, hem de hiç benzememekten ömür boyu birbirleriyle kardeş olmaya mahkum ediliyorlar. Bu mahkumiyet aslında şu an sıkıştığımız yer. Ne kardeş olabiliyoruz, ne istifa edebiliyoruz kardeşliğimizden. Deleuze’un yersiz-yurtsuz diye bir kavramı var, o çok iyi tarif ediyor yaşananı. “Dünya insanlık tarihinde her yere göçler, her yerde savaşlar olmuştur” diyor, savaşlarda kültürel değişimler, dönüşümler yaşanmıştır, insanların kanları birbirine karışmıştır, bu saf kan bir ırkı ortadan kaldırır. Dolayısıyla herkes yersiz-yurtsuzdur. Ulus kavramını aşacak, bu bunalımı ortadan kaldıracak bir şey ortaya koyuyor.

- Bu ayın ilk iki haftası Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri 20.30'da Kumbaracı 50'de oynayacaksınız, ancak merak ediyorum; çıkardığınız işten memnun musunuz?

S. Yeşil: Son hükmü seyirci verecek. Sonuçta bu işi onun için yapıyoruz. Yola çıkarken on cümle kurarsın, üçünü yapabilirsen, bu başarıdır. Ama bizim atladığımız çok az şey oldu. Yola çıkarken kurduğumuz cümlelerin altında kalmadık. Hem metin, hem yönetmenlik, hem tasarım, hem mekan, hem Kumbaracı 50 isteğimizi gerçekleştirmemizi çok destekledi. Benim içim rahat.

 

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler