Ressam Neş'e Erdok: Keşke satmayabilsem

Yaşayan en önemli sanatçılarımızdan Neş’e Erdok’un yaşamını ve sanatını konu edinen ve Oğuz Erten’in üç yıllık bir uğraş sonucu hazırladığı ‘Zaman Kuşu’ adlı dev hacimli kitap Bozlu Sanat Yayınları etiketiyle çıktı. Kitaba eşlik eden ve Erdok’un 80’e yakın yağlıboya tablosunun yer aldığı sergi ise Şişli’deki Mongeri Binası’nda 18 Haziran’a dek açık kalacak. Erdok, “Resimler sanki insanın çocuğu gi

Yayınlanma: 07.04.2018 - 21:14
Abone Ol google-news

 

 (Fotoğraf: Kurtuluş Arı)

-Buradaki sergi de aslında bu kitaptan hareket eden bir sergi. Yani aslında önce bir kitap çalışması planlandı, ondan sonra da ona eşlik etsin diye bir sergi burada açıldı.

Kitabın tanıtımı için düşünüldü aslında. Asıl retrospektif bu.

-3 yıl sürmüş, az değil. Peki, siz bu iki kitaba da baktığınızda memnun musunuz? Ah, keşke şu eksik olmasaydı dediğiniz bir yer var mı?

 
Yok, aslında memnunum. Yani, bütün resimler, bir iki tanesi hariç. Onun da tam nerede olduğunu bilmiyoruz resimlerin. Bir iki tanesi hariç bütün resimler var. Desenler de öyle. Çok azı hariç. Ve bu kitap nedeniyle bazılarını da bulduk. Bilmiyorduk kimde olduklarını. O da iyi oldu. Ben memnunum. İstediğim gibi bir şey oldu. İçinde yorum olmasın, ama bir başvuru kitabı olsun. İleride birisi araştırma yapmak istediğinde başvurabilsin. Bir de şey var; müzayedelerde bakıyorsunuz, bir resminiz çıkıyor. Onlar isim koyuyorlar resminize ya da tarih koyuyorlar. Yani sormak gereğinde de bulunmuyorlar. Şimdi hiç olmazsa bakabilecekleri bir yer var.
 
-Bir an aklıma ne geldi biliyor musunuz? Şimdi, performans sanatlarını bir kenara bırakıyorum, farklı belki ama, yazar olsun kitabın kopyasını alıyor, besteci, sinema yönetmeni filmin bir kopyasını alıyor, ressam eseri birisine verdiği veya sattığı zaman yıllarca görmüyor, göremiyor. Bu nasıl bir his uyandırıyor sizde?
 
 Ben hep şöyle bir şey düşündüm: Keşke satmayabilseydim. Yani durumum biraz daha farklı olsa satmazdım. Hakikaten insanın neredeyse bir çocuğu gibi. Bir daha göremiyorsunuz. Kimi kişiler iyi koruyorlar resmi. Mesela ben bu sergi dolayısıyla gördüm bunu. Bazen de tabii ufak tefek zararlar yapılmış oluyor. O zaman üzülüyor insan. Ama keşke satmayabilseydim.
 
-Şimdi tabii sizin hem çocukluğunuzda okuduğunuz, etkilendiğiniz kitapları yine buradan görüyoruz. Charles Dickens’lar olsun ya da annenizin kütüphanesinden anladığım kadarıyla birçok kitap okumuşsunuz, hem de yine eğitiminizi aldığınız dönemde toplumsal gerçekçi akımın daha yaygın olduğunu biliyoruz. Keza sinemada da bunun birçok yansımasını izlediniz. Bütün bunlar sizin eserlerinizde bilinçli bir seçim miydi? Sokakta, kenarda köşede kalmış insanlar... Bu itki bir şekilde aslında okuduklarınızdan mı geldi, nasıl oldu sizce?
 
Yani tabii, hepsi beraber aslında. Mesela, ortaokulu okuduğum Erzincan Lisesi’nde, lise kısmında Tahir Alangu edebiyat hocasıydı... Çok güzel bir dönem o. Bizim Türkçe hocamız, onun eşi, çok hoş, sarışın bir hanım vardı. O Türkçe hocamızdı. Lisan hocalarımızın hepsi filoloji mezunuydu mesela o dönem. Okulun tiyatrosu vardı, tiyatro salonu vardı. Hatta fizik hocası bize Moliere’in “Kibarlık Budalası”nı oynattı. Ben de çok küçük bir rolde çıktım. Ağabeyim kılıç hocası oldu falan filan... Bu şekilde. Bunlar tabii insanı etkiliyor. Resim öğretmeni, güzel sanatlar akademisi mezunu biri geldi. O çok önemliydi. Yani, çok etkisi var.
 
Bir de o dönem, Cumhuriyet gazetesi okuyoruz, bakın bu çok önemli; Cumhuriyet gazetesinde Bedri Rahmi’nin Anadolu gezilerinde yazdığı yazıları çıkıyordu. Siyah beyazlarını basıyorlardı üzerine. Aziz Nesin’in hikâyeleri çıkıyordu. Ondan sonra tefrika edilen romanlar vardı Yaşar Kemallerin... Bunlarla tabii orada karşılaştım. O dönem Erzincan’da bir tane küçük kitabevi vardı. Celalettin Çakmak diye bir genç adam işletiyordu. Oradan ilk böyle cep kitabı halinde resim kitabı gördük. Diğer taraftan Varlık Dergisi alıyorduk, bizim şairlerimiz. Yine Bedri Rahmi’nin siyah beyazları falan... Hatta ağabeyim resim yapardı, Bedri Rahmi etkisi olan... Onları Bedri Rahmi’ye yolladı bir gün. Bedri Rahmi cevap yazdı, bir kartpostal geldi. İşte, “Çocuklar, gayet iyi durumdasınız. Biz sizin zamanınızda bu kadar iyi değildik” falan gibi. Böyle teşvik edici kartpostal da yolladı. Ve o resim öğretmenimiz çok destekledi bizi, “Muhakkak akademiye gidin, akademiye gidin” şeklinde. Bunlar tabii önemli şeyler.
 
-Tabii, Bedri Rahmi bir yandan kalemi de güçlü, hem şair hem ressam. Anladığım kadarıyla ilk girdiğinizde onun öğrencisi olmak istemişsiniz.
 
O zaman galeri dönemi denilen bir dönem vardı. Heykellerden sadece desen yapıldığı bir yıl, ondan sonra atölye seçiyorsunuz. Ben onu tanıdığım için yazılarından, Bedri Rahmi atölyesini seçtim. Fakat Bedri Rahmi bir burs alıp Amerika’ya gitti. Asistanı o zaman Neşet Bey’den (Günal) de atölyeye bakmasını istemiş. Ben Neşet Bey’de okudum, mezun olmadan 6 yıl önce Bedri Rahmi geldi. Benim böyle son birkaç yaptığım işi gördü. Çok da sevdiğini söyleyemem. O daha böyle 2 boyutlu işler severdi. Bana hatta, “Sen git heykel yap” gibi şeyler söyledi... Çok iyi bir hoca tabii o da.
 
-Ama tabii şunu da merak ediyorum. Neşet Günal ile çalışmış olmak mı daha iyi oldu sizce? Bu iyi bir şans mıydı?
 
Bedri Rahmi de çok hoş bir insan. O bazı böyle ödevler verirdi bir kağıda çeşitli şeyler yapıştırıyorsunuz, pirinç falan. Sonra renkleri sürüyorsunuz. Aynı renk başka etki yapıyor... Öyle şeyler gösteriyordu, ben yapmıyordum onları. Yani geldiğim sınıf nedeniyle bana çok hitap etmiyordu. Ama çok iyi bir öğretim üyesiydi. Öğrencileri çok severler zaten. Neşet Bey’in de sadece hocalığından değil de insan kişiliğinden de çok etkilendik biz tabii. Kendi resmini hiç göstermezdi bize. Biz görmedik mezun olana kadar. Ama titiz, sözünde duran, insan seven...
 
-Burada özellikle şuradaki fotoğraflara baktığımda, 60’lı 70’li yıllara ve bazı fotoğraflara, çoğunda tek kadın sizsiniz. Neden? Neden sanatta kadın bu kadar az? Bu bir akademinin, toplumun getirdiği bir şey mi?
 
Aslında, çok kadın öğrenci var. Çok da çalışırlar. Ama bence devamını getirmek lazım. Mezun olmak bir şey değil okulda. Mezun olunca ressam olmuyorsunuz. 4-5 yıl bir şey değil. Ondan sonra başlıyor bütün iş, eğer devam ederseniz... Genelde mesela kadınlar evleniyorlar; böyle bir şey var. Çocuk sahibi olmak istiyorlar. Bu çok güzel bir şey, ama biraz zor. Yani özellikle Türkiye’deki evliliklerde yapamaz insan. Biraz yapar da...
 
-Peki, o anlamda şunu da söyleyebilir miyiz; resim için özel hayatınızı biraz ötelediniz mi? Bir aile kurmak, çocuk sahibi olmak gibi şeyleri...
 
Evet... Bu tabii biraz özel bir şey ama belli yaşlarda eve görücü gelir. Ben kendimi banyoya kitlerdim, çıkmazdım. Öyle oldu, reddettim sürekli. Aile de mecbur oldu, “Daha okuyacak, dışarı gidecek” falan demek zorunda kaldı. Diğer taraftan, hakikaten zordur. Ben şöyle düşünürüm; çocuk da çok büyük sorumluluk. Kendiniz uğraşabilecekseniz çocuk yapın bence. Ama böyle başkalarına bırakacaksanız bakımını, biraz zor. Ben çocuk için üzülürüm doğrusu.
 
-Doçentlik tezinizin başlığı, “Portre toplumsal bir işarettir.” Bununla neyi kastediyorsunuz acaba?
 
Dönem dönem kimlerin portlerinin yapıldığına bakarsanız, ortaya çıkıyor. Bir dönem bakıyorsunuz hatta boy portreleri, devlet adamları, krallar, maliye bakanları, prensler, prensesler geliyor. Sonra değişiyor, burjuvaların portreleri yapılmaya başlanıyor. En sonra ben kalkıp mesela bir boyacının resmini yapıyorum, vapurda gördüğüm, karşımda oturan, çamurlu bir yerden gelmiş, çoraplarının içine sokmuş pantolonun falan kendi modasını yaratmış birisi... Onun resmini yapıyorum. Belki kızarlar ama ben mesela böyle çok imkanı olan, zengin bir hanımın resmini yapmadım şimdiye kadar. Bana ilginç gelmedi.
 
-Desenleri saymazsak hayatınız boyunca hep yağlıboya çalıştınız, değil mi? Başka bir tekniğe ya da tarza yönelmediniz.
 
 
Hayır. Mesela hiç gravür yapmadım, tuhaf bir şekilde… Bakmasını çok seviyorum oysa başkalarının gravürlerine, ya da litografilerine. Ama desen çizdim, renkli desenler de yaptım. Orada tabii bir çeşit suluboya kullanıyorum ama tam suluboya resim değil tabii o.
 
 
-Bir çok seriniz var, mesela 70’lerde başladığınız Saltanat serisi… Ama 90’larda da Saltanat çizdiğinizi görüyoruz. Yani bir dönem bir seri yapıp sonra onu terk etmiyorsunuz. Zamanla yeniden döndüğünüz oluyor. Neden?
 
Çünkü Saltanat serisine konu olacak şeyler devam ediyor Türkiye’de. Dilencileri çizdim mesela geçmişte, ama şimdi de dilenciler var… Bitmiyor yani. Ayakkabı boyacısı yine var, çok azaldı gerçi sayıları.
 
 
-Sizde yolculuk da önemli bir yer tutuyor. Vapur, tren, otobüs… Bunlar hep eserlerinizde gördüğümüz yolculuk biçimleri. Ne ifade ediyor sizin için yol, yolculuk.
 
Gitmek tabii çok güzel bir şey. Gidebilmek… Bu son dönemde bir iki gidemedim ben hiçbir yere. Otobüste mesela gördüğünüz tipler çok ilginç. Ben uyumadığım için… Kimisi uyuyor, kimisi bir şey seyrediyor… Oradan çok konu çıkıyor. Treni zaten çok severim. Hızlı giden şeyleri çok fazla sevmiyorum, uçağı mesela. Diğerleri daha resme gelir konular ve benim sevdiğim şeyler.
 
 
-Bir de büyük hastalık geçirdiniz. Kanser… Onunla ilgili de resimleriniz var. Böylesi büyük acılar, büyük travmalar tabloya aktarıldığında bir terapi işlevi de görüyor mu?
 
Bazen bana soruyorlar niye böyle yapıyorsun, kendini niye böyle gösteriyorsun diye. Bir doktor bile sizi gördüğü zaman irkilebiliyor. Bu hoş bir şey değil yani. İrkilmesin. Çok etkilendim tabii ama benden daha çok etkilenenler var, ben kemoterapi görmedim mesela. Tabii insanın vücudunda bir kayıp var, ve bunun çok önemli olduğunu da öğrendim bu vesileyle. Ama yapmak lazım diye düşünüyorum bu resimleri, biraz kendiniz de kurtuluyorsunuz o sıkıntıdan. Burada bile dikkat ettim, asarken resmimi, portreyi, arada bir yere astılar. Yani çok fazla göstermek istemediler. Böyle bir şey var insanlarda. Bende yok ama.
 
-Bir serinizde de hep saçı kesilenleri resmettiniz. Suç ve Ceza serisi...
 
O aslında Michel Foucault'dan kaynaklıyor. Ben Paris'teyken 68 olayları yaşandı ve Vincennes'da aslında işçiler için kurulmuş olan üniversitede müthiş hocalar dersler veriyordu. Başlarda anlamakta zorlanıyordum, ona rağmen girdim dinledim. Foucault da oradan öğretim üyesiydi, onun derslerine girmedim, fakat mesela gelirdi, görüyorduk, pipolu gözlüklü bir adam, "Arkadaşlar, faşistler Opera Meydanı'nda toplanmış, hadi gidiyoruz" der ve çocukları toplar götürürdü. Ben de onun kitaplarını okumaya başladım; suçun, cezanın, hapishanenin tarihçesini anlattığı kitapları vardır... Çok etkilendim. Saç kesme olayı da buradan başladı. Bizde de biliyorsunuz bir dönem öğretim görevlilerinin sakalını falan kestiler, sokmadılar okula. Özer Kabaş'ı, Mehmet Güleryüz'ü falan kapıdan çevirdiler, sakalını kessin diye. O zaman dedim ki, eğer sakalına karışabiliyorsa, her şeyine karışır. Çünkü bu çok kişisel bir şey... Sonra nerelerde saç kesiliyor diye düşündüm, ilk evlatlıklar aklıma geldi. Küçüklüğümde yandaki evdeki evlatlığın kulak memesi hizasından keserlerdi saçlarını, bitlenmesin diye. Askere gittiğinizde saçınız kesiliyor, hapisaneye gittiğinizde kesiyorlar... Avrupa'dayken rahibeleri gördüm, rahibe olmaya karar verdiklerinde gelip önce törenle saçlarını kesiyorlar, süslenmesin diye, ona vakit ayırmasın diye.
 
-Sinemadan da çok beslendiğinizi biliyoruz. Tarkovski mesela çok etkilemiş sizi değil mi?
 
Tabii… Çok etkilendiğim bir yönetmen. Hatta Atlas Sineması’nın balkonundan izlemiştim, "Ayna" filmini. Onu izlediğimde resmi bıraksam mı diye düşündüm ciddi ciddi. Çünkü o resmi de bilen bir adam. Bir de Nuri Bilge Ceylan sonra. Onda da bir Tarkovski sevgisi var temelinde. "Bir Zamanlar Anadolu’da" filmi… Müthiştir. Orada bir köye giderler, yanlarında tutukladıkları adamla. Muhtar oturtur onları, et verir falan. Sonra bir kapı açılıyor, içeriden bir köylü kızı çıkıyor, bir ışık huzmesi içinde… Tepsiyle çay getiriyor. Orada oturanlar, katil olan adam, hepsi perişan oluyorlar. Sonra dönüp gidiyor ama akılları tabii onda kalıyor.
 
-Tarkovski’den hareketle şunu sorayım o zaman: İnançlı biri misinizdir? Tarkovski’de çok belirgindir mesela Tanrı inancı…
 
"Andrei Rublev"de mesela… Yok… İnanıyorum da ama… (duraklıyor ve dışarıda bir yeri işaret edercesine bir el hareketi yapıyor) bu adamlar gibi değil tabii. Bende mesela bir Kuran var, ama Ömer Besim Atalay çevirisi Türkçe bir Kuran. Tamamını okudum diyemem, arada baktım ama. Sevdiğim bazı sureler var... Fakat şundan çok sıkılıyorum, aslında İslam'da ruhban sınıfı yoktur, ama oluştu... O bence İslam'ın aleyhine olan bir şey.
 
-Türkiye'nin özellikle son yıllarda geçirdiği değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
 
Açık söyleyeyim ben çok üzülüyorum. Üzerime karanlık bastı yani. sabah kalkıyorum, karanlık... Oldum olası karamsar biriydim ben ama bu başka bir şey. İnsanın üzerinde büyük bir baskı ve üzüntü... Acaba diyorum, hayatımı boşa mı geçirdim? Her şey boşa mı gidecek? Öyle bir his var bende.
 
 
 
 
 
Soma (2014)
 
Aslında müthiş bir olaydı tabii Soma… (gözleri doluyor) Çok da iyi bir resim olmadı ama, yani o kadar yapabildim… Şu olay çok gözüküyor, şehit cenazelerinde de görüyoruz, yani ölenin üstüne kapanıyorlar. Bir de işçiyi tarif ederken onun çizmesi var. Bir çizme olayı da oldu biliyorsunuz, yaralı adam çıkarayım mı çizmemi diye sordu, kirletmemek için. Arkada madenin girişini sembolize eden bir şey yaptım, belki o kadar geniş bir girişi de yok aslında. Biraz anlatmaya çalıştım.
 
 
Arthur Rimbaud'nun Koyakta Uyuyan Şiiri İçin (1992)
 
Hem şiirden etkilenmiştim burada, hem de Rimbaud'nun hayatı çok ilginç. Onun hakkında geçenlerde yine bir belgesel izledim, şiir yazmayı bıraktığı bir dönem var mesela, çok ilginç o da. Genç yaşta bırakıyor adam. Annesinin çok koyu bir katolik olduğunu söylüyorlar. Rimbaud inanmıyor aslında ve annesinden kaçmış hep. Gittiği her yere de yürüyerek gitmiş, bütün Avrupa'da yürümüş hep. Ama ölmeden önce bir papaz getiriyorlar başına, ona yapılacak en kötü şey aslında. Bu şiiri de çok güzeldir, ölmüş bir askeri anlatır. Etraf aslında yaşıyor, çiçekler yeşillikler, onun da ölmüş olduğunu düşünmezsiniz aslında, ama orada ölmüş birisi var...
 
 
 
 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler