Engel ve yasak tanımayan çılgın tutkular…

Altın Aslan adayları Christophe Honoré ile Pawel Pawlikowski, mutlu sonu olmayan farklı tutkuların alevini, sıcak kılmayı başarıyorlar.

Yayınlanma: 11.05.2018 - 17:35
Abone Ol google-news

“Soğuk Savaş”, (Zimna Wojna) adını yadsımayan politik içerikli bir film. Ancak, herşeyden önce olağanüstü bir aşk öyküsü; bireysel ve kitlesel mutlu sonlara yol vermeyen karanlık bir dönemde yaşanmış çılgın bir tutkunun filmi… “Ida” (2013) ile yedinci sanatın ustaları arasına adını kazıyan Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikovski (1957), yakın tarihi sorgulamayı sürdürürken, ön planda, özgürlükleri kısıtlanan insanların onulmaz dramını anlatıyor. Anne ve babasının yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldığı senaryoyu melodramatik öğelerden tek tek ayıklayan Pawlikowski, bir dönemin acı gerçeklerini şiirsel sinema dilinin keskin duyarlığı gerisinde tüm çıplaklığı ve yoğunluğuyla yansıtmayı başarıyor. Özenli ışık düzeni gerisinde inanılmaz bir estetik derinlik kazanan siyah/beyaz görüntüler eşliğinde, alabildiğine berrak, bilinçli bir duyarlık sergiliyor. Karşıt dünyaların inatlaşması gerisinde, fırtınalı tutkularını ne Polonya’da, ne de Fransa’da yaşayamayan, ancak birbirlerini deli gibi seven iki güçlü müzisyen karakter, sanki hepimizin (ve ne yazık ki daha doğmamış çocukların da) annesi, babası… 

İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını saran Polonya’da, yerel halk türkülerinin izini süren, sesleri güzel yetenekli köylü çocuklarına müzik ve dans eğitimi vererek özel bir koro oluşturan idealist piyanist Wiktor, çabalarının politikaya alet edilerek propaganda aracı yapılmasına dayanamayarak, konser vermeye gittikleri ve henüz o çirkin duvarı inşa edilmemiş Berlin’de sınırı geçip Batı’ya sığınır… Billûr sesli Zula, tutkusunun ateşine karşın bu kaçışın çözüm olamayacağını sezinlemiştir sanki; gelmez…Yıllar sonra dayanamayıp gider Paris’e. Ancak, yabancı ellerde kök salması olanaksızdır; geri döner. Wiktor, sınırı ikinci kez ters yönde geçecek kadar çılgındır. Kafkavâri bürokrasi yakasını bırakmaz… Ne orada, ne de burada özgürce yaşayamadıkları aşklarını, ıssız ormandaki yıkık kilisede kendi nikâhlarını kendileri kıydıktan sonra usulca, elele, kainatın sonsuzluğunda yaşamaya gideceklerdir …

Bir buçuk saat içinde ne kadar da çok şey anlatmış Pawlikowski! Üstelik, bir nebze duygu sömürüsü yapmadan, sıradışı bir mizansen ustalığı sergileyerek… 

İkinci kez Altın Aslan adayı olan Fransız yönetmen Christophe Honoré (1970) de acı bir aşk öyküsü anlatıyor. Farklı koşullarda, farklı nedenlerle mutlu sona ulaşamayan tutkuları, yine duygusallık yapmamaya özen gösteren, son derece içten bir dille sergilemeyi başarıyor. “Hoşa Gitmek, Sevmek ve Hızla Koşmak” (Plaire, aimer et courir vite) 1990’lı yılların Fransa’sında yaşanan eşcinsel aşkların, AIDS hastalığı karşısındaki çaresizliğini sahneye koyuyor. Geçen yıl ödüllendirilen Robin Campillo’nun filmi “Kalp Atışı Dakikada 120”deki gibi konusunun toplumsal ve siyasi boyutlarına el atmadan, bireysel düzeyde yaşanan trajedilerin insani boyutlarına odaklanıyor. Filmin genç tiyatro yazarı ana karakteri, tedavi yöntemlerinin henüz bulunmadığı o dönemde ilerleyen hastalığı karşısındaki umutsuzdur. Sevgiye ve sekse susamışlığını tüm çiğliğiyle sergilemekten çekinmeyen Christophe Honoré’nin pornografiden arınmış sevişme sahneleri, eşcinselliği hâlâ çizgidışı sayan, ancak pornografik filmleri izlemeyi de seven ikiyüzlü kimi tutucu çevreleri belki rahatsız edecektir ama, Fransız yönetmen duygu sömürü yapmadığı gibi, seks sömürüsü de yapmıyor. Pawlikowski ve Honoré, farklı nedenlerle imkansız kılınan tutkuların son çözümünde de birleşiyorlar: Toplumsal, siyasal ya da tıbbi kökenli hastalıkların pençesinden kurtulmak için, sonsuzluktaki birlikteliğe doğru, kestirme yoldan, onurlu adımlarla ilerlemek…


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler