Spike Lee: Direnişe devam...

Irkçılığa karşı cesur bir film imzalayan Spike Lee, gerçek olayları anlattığı “BlacKkKlansman”de Trump’un “Önce (Beyaz) Amerika” sloganını öfkeyle çiğnerken direnişe devam çağrısı yapıyor.

Yayınlanma: 15.05.2018 - 21:16
Abone Ol google-news

Karamsarlığımız artıyor... Yaratıcı kimlikleri ve yaşam felsefeleri birbirinden çok farklı iki usta yönetmen, acı gerçekler karşısında gözlerini kırpmadan bilinçli bir durum saptaması yapmaktalar.

Amerikalı siyahilerin sözcüsü Spike Lee (1957), zenci düşmanı ‘Beyaz Amerikalıların’ geçen yıl giriştikleri ırkçı eylemlerden alınmış belgesel görüntülerle (ve katil eylemcileri neredeyse savunan Başkan Trump’un hoşgörülü (!) söyleviyle) noktalıyor “BlacKkKlansman”i. Her şey eskisi gibi, dercesine... 40 yıl önce yaşanmış gerçek olayları gerilimli bir politik/polisiye filme dönüştüren Spike Lee, kara mizahı da çok iyi kullanıyor. Siyahi bir polisin içine sızmayı başardığı Ku Klux Klan örgütünün o dönemdeki (bugün de temelde değişmeyen) yüzünü sergiliyor. Trump Amerikası’nın çekirdeğini oluşturan ırkçı/faşist boyutun altını kalın kalın çiziyor. Yine de, direnişçi ruhunun getirdiği iyimserliği elden bırakmak istemeyen Spike Lee, herkesi, öncelikle de zencileri, temel özgürlüklere sahip çıkmak için savaşı sürdürmeye davet ediyor. Kazanılan demokratik hakların gün be gün tehlikeye düştüğünü belgeleyerek...

Yedi yıl önce, Nazi yanlısı provokatif sözleri nedeniyle Cannes’da istenmeyen adam ilan edilen Danimarkalı lanetli sanatçı Lars von Trier (1956) bu kez ağız ucuyla da olsa yarışma dışı seçkide festivalin konuğu oluyor. Bu nedenle resmi basın toplantısı yapmayacağına göre, olası skandal sözleri özel söyleşilerin filtresinden geçecek. Karşıt sert tepkiler doğuran “Jack’ın İnşa Ettiği Ev” ile nihilist felsefenin karanlık sularında daha da derinlere doğru kulaç atan Lars von Trier, yer yer Tanrı’dan umudunu kesmiş gibi görünse de, bu farklı seri katil öyküsü gerisindeki metafizik boyut, filmin temel harcını oluşturmakta. Tanrı tarafınan “iyi işler“ yapmakla görevlendirildiklerine, önlerindeki engellerin ulvi güçler tarafından bu nedenle temizlendiğine inanan psikopat canilerin yaptıkları kötülüklerin ayırdında bile olmadıklarını gösterirken; temelde benzer narsist algı ve davranışlar sergileyen dikatörlerle bağlantı kurmaktan da geri durmuyor. Sararmış görüntüler eşliğinde Hitler’i, Stalin’i perdeye yansıtıyor. “Pol Pot bile vardı ama atlamadıysam Mao yoktu bu çok renkli faşist reisler resmi geçidinde” diyen İtalyan meslektaşla hemfikir olduğumuz bir nokta daha var: Danimarkalı yönetmen, önceki filmlerindeki felsefi çizgiyi daha derinlemesine sürmeyi başarmış. Cinsel iliskilerin sınırlarını sorgularken yaptığı gibi, yine son kertelere dek itiyor kışkırtıcı tavrını. Sırılsıklam psikopat, özgüveni sağlam, seri katil Jack (Matt Dillon), her cinayeti mükemmeliyetçi bir yaratıcı ruhla işliyor. Sonra, davraları devasa derin dondurucunun içine, kendini aşmaya çabalayan bir sanatçının titizliği içinde yerleştiriyor. sergiliyor.

Kulak verin!

Jack’ın ‘Dehşetler Müzesi’nin ana malzemesini ürettiği cinayetlerin en kanlı ayrıntılarını da görüntüleyerek, izleyicisinin sınırlarını zorlamaktan haz duyan Lars von Trier’yi ellerinin tersiyle itip filmi sonuna dek izlemeyenler, kendilerini önemli bir beyin jimnastiğinden mahrum ediyorlar.

Dünyamızın küresel hallerinin hiç de iç açıcı olmadığını biliyorduk ama, Cehennemin bu derece yakınımıza geldiğini hâlâ fark edemeyenlerin Spike Lee ile Lars von Trier’ye kulak vermeleri gerekir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler