Laurence Sterne'den 'Tristram Shandy'

“Tristram Shandy”, Tristram’ın hayat hikâyesini anlatıyor. Romanı anlamak için ne Locke’un epistemoloji kuramını ne de Leibniz’in metafiziğini anlamak gerekir. Sterne çağının felsefelerini romanlarında anlatıyorsa bunları felsefi kuramlar olarak anlatmaya kalkışmaz, onun için bütün kuramlar oyunun bir parçasıdır.

Yayınlanma: 04.12.2016 - 00:08
Abone Ol google-news

Dünyayı sevmek için yazmak
 

Hasan Ali Toptaş’ın Kuşlar Yasına Gider romanının başkahramanı kurgunun ilk satırlarında Ankara’da bir kitapçıya girer ve Laurence Sterne’in Tristram Shandy’sinin üçüncü baskısının gelip gelmediğini sorar; romanın sonunda yeniden aynı kitapçıya gittiğinde -aradan zaman geçmiş, kitapçı genç adam kocaman bir sakal bırakmıştır- kitaba ulaşır. Toptaş’ın romanında Tristram Shandy ile karşılaşınca yeniden okuma vakti gelmiş diye düşündüm.
Tristram Shandy: Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri, edebiyat tarihinde çok özel bir yere sahiptir. Alman Romantikleri ve Voltaire, Diderot gibi aydınlanma çağının önemli yazarları Sterne’den büyük bir dâhi olarak söz eder. Goethe de “yaşamış en güzel ruh” diye söz eder yazardan. Esprili, alaycı kalemi, romana getirdiği özgün ruhuyla olduğu kadar, insan sevgisi, hümanizması ve köleliğe karşı duruşuyla da kendinden sonra gelen yazarları çok etkilemiştir.
Laurence Sterne bir askerin oğlu olarak İrlanda’da dünyaya geldi. Babasının dedesi Richard Sterne hem bir başpiskopostu, varlıklı bir aileye doğmuştu. Hayatının ilk on yılı babasının görevinden dolayı sık sık şehir değiştirerek geçti. Hiçbir yerde bir seneden uzun kalmayarak o yılları yaşadı Sterne ailesi. Sonunda babası onu iyi bir eğitim alması için varlıklı amcasının yanına götürdü çünkü Jamaika’ya tayin olmuştu ve orası bir çocuğun eğitim görmesi için iyi bir yer sayılmazdı. Ne yazık ki bu Laurence’ın babasını son görüşü oldu.
Sterne eğitimini Cambridge üniversitesinde tamamladı ve din adamı olarak çalışmaya başladı. Bu arada Elizabeth Lumley adında bir kadınla evlenmişti fakat romanlarında alay etmeyi bırakmadığı tipten berbat bir evlilik olmuştu. Yazdığı ilk kitabı kilise tarafından yasaklanınca, kendisine kiliseden fayda gelmeyeceğini anlayarak kendini 1759’dan sonra sadece yazmaya verdi. Aynı yıl içinde annesi ölmüş, karısı ve kızı hastalanmış, kendi sağlığı da çok kötüye gidiyordu. Din adamı görevlerini sürdürmüyordu. Tristram Shandy’nin ilk bölümlerini yolladığı Londra’daki yayımcısı fazla ağır ve eleştirel olduğu için metni değiştirmesini istedi, bunun üzerine Sterne traji-komik ve alaycı ifadeleri arttırarak daha komik bir havaya soktu kitabını. İlk iki bölümü yayımlandığında hemen çok olumlu tepkilerle karşılaştı ve kısa zamanda üne kavuştu.
Sterne şöhret sahibi olmayı sevmişti. Her yıl Londra’ya gidip yeni eserlerinin yayımlanmasını sağlıyor ve gördüğü ilgiden memnun bir şekilde Yorkshire’a dönüyordu. 1762’de sağlık nedenleriyle Fransa’ya ve ardından da İtalya’ya gitti. Fransa ve İtalya’ya Duygusal Yolculuk kitabını bu yolculuklar sonrasında yazdı. En sevdiği, tüm yazarlar içinde en üstün tuttuğu hiç kuşkusuz Rabelais idi ama Cervantes’i de çok seviyordu ve eserlerinde onlara gönderme yapmaktan hoşlanıyordu.
 
DOĞUŞTAN DÜŞÜNCELER
Sterne, John Locke’un (1632-1704) felsefesiyle Cambridge’de eğitim gördüğü yıllarda tanıştı. Henüz Locke’un ölümü üzerinden otuz yıl geçmişti, her geçen gün felsefesinin önemi daha iyi anlaşılıyor ve etkisi genişliyordu. Aslında genel anlamda felsefe açısından çok verimli yıllara denk gelmişti Sterne’nin öğrenciliği; Descartes (1596-1650) ile Leibniz (1646-1716) Kıta Avrupası’nda, Locke ise Anglosakson çevrede etki yapmıştı. Aydınlık çağ olarak adlandırılacak bilim, sanat ve felsefede modern dönem başlamıştı. Sterne felsefeci değildi ama romanlarında Locke, Leibniz gibi çoğu filozofun düşüncelerini işliyordu.
Aydınlanma felsefesinin ışığında toplumlar Hıristiyanlığın yüklediği günah baskısından kurtulmaya ve sosyal ortamın biçimlendirici gücüne inanmaya başlamışlardı. Toplumsal gelişmelerle birlikte insanın gelişeceği düşüncesi hakimdi. Gelişim ancak akıl yoluyla olabilirdi. Akıl kendi haline bırakıldığında, eğitilmediğinde, bilgiden yoksun kaldığında, kolayca yoldan sapabilirdi. Sterne’nin romanlarının özünde de bu düşünce yatar. Onun kahramanları akıl yoluyla yazgılarını bulmaya çalışan varlıklardır. Bu zorluğun bilincinde olmalarına rağmen, aklın gücüne inanmak isterler.
Aydınlanma çağı düşünürleri insan zihninin işleyişi üzerine çok düşünmüşlerdir. Locke’a göre, duyularımız sayesinde dışardan bilgi alırız, bunlar tekil ve somut idea’lardır. Zihin, bunları işleme sokma yetisine sahiptir ve bu sayede bilgi oluşur. Ama insan zihni kontrol edilmediğinde çalışan bir makinedir, düşünceler birbirlerini doğal çağrışımlarla izler. Laurence Sterne romanlarında bunu yapar, doğal çağrışımlarla bir konudan diğerine atlayarak bilinç akışı oluşturur.
 
TRISTRAM HEM VAR HEM YOK

Tristram Shandy romanını anlamak için ne Locke’un epistemoloji kuramını ne de Leibniz’in metafiziğini anlamak gerekir. Sterne çağının felsefelerini romanlarında anlatıyorsa bunları felsefi kuramlar olarak anlatmaya kalkışmaz, onun için bütün kuramlar oyunun bir parçasıdır. Onun karakterleri bazen tam da felsefenin işlevsizliğini gösterir. Bazen iki karakter aynı noktadan başladıkları konuda zıt düşüncelere dalarlar. Örneğin biri burnun köprü kemiğinin kırılmasından bahseder, diğeri bu sözler üzerine savaşta yıkılan ve tamir gerektiren köprüyü düşünmeye başlar. Bazen de çok farklı nedenlerle aynı şeye kızarlar: Bir sözcüğün farklı anlamlarını düşündükleri için tamamen zıt anlam yüklemişlerdir sözcüğe. Onun kahramanları bazen iletişim kuramaz, bazen tam uyumlu iletişim kurduğunda da yanlış anladığı için bu uyum oluşmuştur. Bazen uzun bir tartışmada konuyla hiçbir bağlantısı olmayan bir şeyden söz ettiklerinin farkına varmazlar: “İnsanoğlu kafa sallamayı öğreneli beri, iki kafa bu kadar farklı nedenlerle aynı zamanda sallanmamıştır.”
Tristram Shandy, Tristram’ın hayat hikâyesini anlatıyor. Romanın başkahramanı ve olayların merkezinde olmasına rağmen romanın büyük bir bölümünde aslında Tristam yok çünkü onun doğumundan öncesiyle başlar ve romanın ilk iki bölümünde daha doğmamıştır. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde ise doğduğu günden öteye gidemez. Horatius’un “Tarih her zaman başlangıçtan başlayarak anlatılmalı” düşüncesine sadık kalmak için olaylara en başından başlar fakat öylesine yan konulara sapar ki bir türlü ilerleyemez konu, bu yüzden Horatius’tan özür diler, yapmak istediği, sıradan bir öyküyü tamamen yeni bir biçemle anlatmaktır. Tristram’ın dünyasını gelenekler değil rastlantılar yönlendirir.
Laurence Sterne bir mektubunda yazma nedenini şöyle açıklamış: “Dünyayı ve üzerindeki tüm canlı varlıkları daha fazla sevebilmemiz için yazıyorum.” İşte biz de bu nedenle onu okumalıyız, dünyayı ve tüm varlıkları daha fazla sevebilmek için. Okumak için bundan daha iyi bir neden olamaz. 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler