Mustafa ve Ateş Yakmak...

Yayınlanma: 05.11.2008 - 08:08
Abone Ol google-news

Mustafa Kemale bir kadın olarak çok şey borçluyum. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak taşıdığım kimlik kartında dinimin İslam olduğu yazıyor. İslam dinine mensup diğer ülkelerin kadınlarından daha fazla özgür olduğum, gerçek bir olgu. Başımı örtmüyorum, çünkü bunun İslam dininin bir kuralı olmadığını biliyorum. Örtünmenin erkek egemen toplumlarda kadına dayatılan bir baskı eylemiolduğuna inanıyorum. Hiçbir dinde Tanrı’nın, yarattığı iki cinsten birini örtülere sarıp diğerini özgür bırakacak kadar adaletten yoksun olduğuna inanmıyorum. Böyle düşündüğüm içindir ki, Türk kadını olarak bana bu özgürlükleri veren Atatürküme şükran duyuyorum. Yok olmak üzere olan bir imparatorluktan verdiği Kurtuluş Savaşı sonunda yepyeni bir cumhuriyet kurarak bunu devrimle taçlandıran yüce bir irade olarak gördüğüm önderin adı ister Atatürk, ister Kemal, isterse Mustafa olsun; benim için özel ve önemlidir. Yalnız benim için değil, tüm Müslüman kadınlar, ezilen tüm kadınlar için de önemli. Bu, yaşadığımız yüzyılda ülkemde ve dünyada baskı gören kadınların özgürlük çabalarına yansımakta. Başka hiçbir ülkede hiçbir lider, kadınlara kendiliğinden bu ölçüde bir kişilik vermedi. Medeni hukukla kazandırdığı kimliğimle birey olduğumu duyumsattığı için onu gözümde büyütüyorum. Seçme ve seçilme hakkı ile kazandırdığı yurttaşlık onuruylaBen de varım!diyebiliyorum. Kim ne derse desin, Atamı bir insan olarak sıra dışı buluyorum. Onun, bana, Türk kadınına, kadınıyla erkeğiyle Türk halkına verdikleriyle özel olduğuna inanıyorum. Türkiye Cumhuriyetinde İslam dinini laik düzen içinde baskıcı niteliklerden arındırdığı için özel buluyorum. Önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı’yla ülkemi, tüm mazlum uluslara örnek bir ulus konumuna yücelttiği için önemsiyorum. Değerli düşünür Vedat Günyol, Ezilmişlikten kurtulma özlemi, insanla yaşıt bir duygudurder. Bu özlemi görebilenler de insanlığın kurtuluş öykülerininyaratıcıları, öncüleridir.

Yine Vedat Günyol öğretmenin dediği gibi, insanlık tarihinde her yaratıcı insan ateş yakıcıdır. İsa Platondan, Muhammet Musadan, Rönesans düşünürleri eski Yunan ve Romadan ateş almışlardır. Uygarlık, dünya yuvarlağının şurasında burasında, zaman zaman yakılan ateşlerin, her türlü sınırlar ötesinde, birbirine eklenen alevleriyle beslenip gelişmiş ve gelişmektedir.İşte bu öncüleri özel kılan da, insanlık için emek verme gücünü gösterebilmiş olmalarıdır. İnsanın, zaaflarıyla var olduğu bilinen bir gerçektir; ama öncüler, örnek oldukları insanlığın yaşam serüveninde yarattıklarıyla değerlendirilirler; yapıtlarıyla anılırlar. Onları sıradanlaştırma çabaları, yarattıklarını hafife alma çabalarıyla eş bir zamanlamada ortaya çıkarsa, bu iyi niyetli bir yaklaşım olarak değerlendirilemez. Bir belgeselcinin en büyük sorumluluğu, olayları belgeleriyle verirken tarihsel koşulları doğru değerlendirebilmek, yorum kokan suçlayıcı tanımlamalardan kaçınmak olmalıdır.

Yeni doğmuş bir cumhuriyetin kurucusunun 1929 dünya ekonomik bunalımının kargaşasından etkilenmemesi olanaksızken, o liderin çevresindeki dalkavukların pohpohlamasının baş döndürücülüğüne kapılarak, halkının çektiği sıkıntıları fark etmediğiyorumunu yapmak, doğru bir yaklaşım olabilir mi? Hele hele bir yandan bu liderin devrimi kalıcı kılmak için yurdun her yanını karış karış dolaşarak kültürel kalkınmayı, dil devrimini, okuma yazma seferberliğini yaygınlaştırma çabalarından söz ederken, diğer yandan eski yazılı koca bir tarihin sıfırlandığı yargısını belirten cümle kurabilmek, kendi anlatımıyla çelişmek olmaz mı?

Mustafanın, kendisini dinsiz olarak niteleyenleri etkisiz kılmak için dualarla açtığı Mecliste hilafeti kaldırıp laik düzeni kurarken, bunun küçüklüğünde hoşlanmadığı din hocasından intikam aldığı gibi bir yorumla verilmesinin, bunun bir insanlık zaafı olarak gösterilmesinin belgeselci mantığıyla örtüştüğünden söz edilebilir mi?

Can Dündar bu belgeselde romantik, duygulu bir anlatım seçiyor. Kuruluştan kurtuluşa büyük bir devrimi gerçekleştiren Mustafanın çocukluğundan beri yalnız ve kimsesiz olduğu görüşü belki de en iyi bu üslupla yansıtılabiliyor. Aslında bu anlatım Dündarın genel olarak yetenekli, üretken, duyarlı, beyefendi kimliğine de uygun düşüyor. Ayrıca bu anlatım belgesele zaman zaman masalsı bir hava veriyor. Bu izlenimle Mustafayı insan olarak içimizde duyumsayabiliyoruz; ama birdenbire devrim yolunda tüm muhaliflerinin kökünü kazıdığı gibi sert ve kaba bir yorumla irkiliyoruz. Bu üslup değişiminin nedenini bulmakta zorlanırken, doğduğu topraklara özlem duyan, hemşerilerinin coşkusuna kapılıp zeybek oynayabilen Selanikli Mustafayı sürekli vurgulanan yalnızlığının tek suçlusu olarak görüveriyoruz. Muhaliflerini hepten susturan Mustafanın böylelikle bir kez daha devrimin kendi çocuklarını yediği imasıyla karşılaşıyoruz. Öyle ki, çağdaşı Mussolinin heykeltıraşına, heykellerini yaptırarak yurdun dört bir yerine diktirebilen dayatmacılıkta bir diktatör... Kim bilir belki de o bir narsisisttir. Ne de olsa zaaflarıyla bir insan değil mi o?.. Oysa biz Atamızı Benim yüzüm önemli değil düşüncelerim önemli. Gelecek kuşaklara bunu anlatınız!sözüyle önemseriz. Bunu söyleyebilen bir insanı, zaaflarının tutkusuna yenilmiş, yapayalnız ölen, zavallı bir insan olarak sunmak, acımasız bir yaklaşım olmuyor mu? Bu yorum, yine aynı belgeseldeki, Atanın hastalığına dayanamadığı için acı çeken, öldüğünü duyduğu anda da kendini öldürebilen bir dostun varlığıyla çelişmiyor mu? Yalnız, yorgun, bıkkın, hasta Mustafa Çankayadaki evinin yeşilliğiyle uyuşmuşken, birdenHatay sorunuylauyanıveriyor. Bu gelgitlerle mi insani nitelikleri vurgulanıyor Mustafanın?

Can Dündarın zaman zaman magazine kaçan romansı belgeselinin başlangıcında karga kovalayan çocuğun yalnızlığınıgörüyoruz. İlkokul kitaplarında yer alan bu söylem, bizi fazlasıyla etkilemiş olmalı ki, böyle bir öğretiyi ironik bir yaklaşımla eleştirsek de kullanmadan edemiyoruz.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler