Nurcan Baysal'dan 'O Sesler'

“O Sesler”, bombardıman altındaki bir şehri, Diyarbakır’ı anlatıyor. Nurcan Baysal, yüz gün boyunca Sur’da yaşanan çatışmaların şehri nasıl etkilediğine, bombardıman altındaki şehirde gündelik yaşamın nasıl aktığına, farklı kesimlerin bu dehşeti nasıl deneyimlediğine odaklanıyor. Baysal’la süreç boyunca hem ülkenin batısında hem de bölgede ön plana çıkan değerlendirmeleri konuştuk.

Yayınlanma: 02.07.2018 - 15:54
Abone Ol google-news

‘Sur’da yaşananlar yuvanın yıkımıydı’
 
- O Sesler, hangi duygularla yazıldı? ‘Sur’a ve Sur’da yitirdiklerimize’ adanmış kitap... Bu bağlamda ‘kayıp’ duygusu elbette kitabın duygusal merkezini meydana getiriyor. Bunun yanına başka neleri koyabiliriz?

- O Sesler’i yazarken anlatmak istediğim temelde şuydu. Bir savaşın içinde yaşamın nasıl devam ettiğini göstermek ve bunu yaparken “görünmeyeni görmek”, “görünmeyeni” yeniden düşünmek ya da insanları “görüneni” farklı açılardan görmeye davet etmek. Elbette ben de yazar olarak bu savaş sırasında her şeyi gördüğüm iddiasında değilim, sadece belli karakterler ve hikâyeler üzerinden insanları tekrar düşünmeye davet etmek istedim. Tabii ki en büyük acıyı yaşayanlar yakınlarını, sevdiklerini yitirenler. Kitabı yitirilenlere adadım çünkü biz bir şekilde yaşamlarımıza devam ediyoruz, onlarınki son buldu. Onları unutamayız.

- Duyguların yanında siyasetin de içinde önemli yer kapladığı bir dünyayı anlatıyorsunuz. Şunu hatırlayalım istiyorum: Nasıl bir siyasi süreç Sur’da yaşananları getirdi?

- Aslında Sur’da ve diğer Kürt kentlerinde yaşanacaklar geliyorum diyordu. 2015 bahar aylarında bölgede yaşayanlar olarak bunları hissetmeye başlamıştık ancak bu noktaya gelebileceğini düşünmüyorduk. 28 Şubat Dolmabahçe süreci, daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe’yi tanımadığını söylemesi, Nisan’da Ağrı Tendürek’teki çatışma ve askerlerin yaralanması, 5 Haziran’da Diyarbakır’da HDP mitinginde patlayan bomba, Suruç ve sonra IŞİD’le mücadele diye başlatılan hava operasyonunun, İŞİD’le mücadele eden Kürtleri vurması. Tüm bunlar zaten başka ve daha şiddetli bir döneme gireceğimizin habercisiydi. Diğer Kürt illerinde olduğu gibi Sur’da da evlere gece baskınları ve yoğun gözaltılar başlamıştı. Ağustos 2015’te Sur’da kazılmaya başlayan hendekler, bu gözaltı ve ev baskınları furyasına karşı yapılıyor görünüyordu. O dönem konuştuğumuz mahalle sakinleri ev baskınları ve gözaltılardan şikâyetçiydi. Sonra Ağustos’ta öz-yönetim ilanları oldu. Öz-yönetim ilan edilen yerlerden biri de Sur’du. Devletin öz-yönetim ilanlarına verdiği cevap, sokağa çıkma yasakları ve şiddet oldu. Devlet şiddetine paralel hendekler de çoğalıp farklı bir boyut kazanmaya başladı.
 
“ TARİHE NOT DÜŞME ZORUNLULUĞU HİSSEDİYORUM”

- Gündelik yaşamın tarihine ‘acı’ bir katkı aynı zamanda kitabınız. Bombaların patladığı bir şehirde hayatın nasıl devam ettiğine dair can yakan bir tecrübeler toplamı. Siz de oradaydınız. Nasıl bir yaşamak isteğiydi çevrenizde gördüğünüz, biraz bahseder misiniz? Bir şehir yıkılırken bir can neleri taşıyor yüreğinde, zihninde ve yaşamında?

- En çok sarıp sarmalayan duygu utanç oluyor. İnsanlar ölürken hiçbir şey yapamamanın utancını yaşıyorsunuz. Elbette çabalıyorsunuz; protestolara katılıyorsunuz, Sur’a girmeye çalışıyorsunuz, Sur’daki insanlarla dayanışmayı örgütlemeye uğraşıyorsunuz ama yetmiyor. Ölümü ve yıkımı önleyemiyorsunuz. Ve ölüm çok yakınınızda, bazen sadece 100 metre ötenizde. Öte yandan kendinizin de öldürülebilir olduğunu biliyorsunuz. Her gün, “Çocuğu okula yollasam mı, yollamasam mı?” ya da “Yollarsam akşam eve dönebilecekler mi?” diye düşünüyorsunuz. Çocuklar her şeyin farkında, her bombayla irkiliyorlar, “ölmek istemiyoruz” diyorlar. Onlara “ölmeyeceklerini” söylüyorsunuz. Bir yandan onların ruh sağlığını düşünüyorsunuz, yaşamla bağlarını devam ettirmeye çalışıyorsunuz, öte yandan da “Ya Sur’un çocukları” diyorsunuz... Bombardıman altında bile olsa yaşam devam ediyor, etmek zorunda kalıyor. Çocuklar okula, hastalar hastaneye götürülüyor, doğum oluyor, ölüm oluyor. Akşam eve gelip çocuğa hiç değilse bir tas çorba yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu size çok ağır geliyor. Sonra nasıl bir insanım ben diyorsunuz, Sur’dakiler ölürken ben yemek mi yiyorum şimdi! Hayat durmalıymış gibi geliyor ama durmuyor ve bu çaresizlik etrafınızdaki herkese ve kendinize karşı da büyük bir öfke beslemenize yol açıyor.
- Hem yaşayan hem yazan tarafta olmak nasıldı peki? Zor olsa gerek...
- Çok zordu. Yazma sorumluluğu hissediyordum. Bir yandan da Sur’la dayanışma kampanyalarını örgütlüyip insan hakları kurumlarıyla birlikte yerdeki cenazeleri kaldırmaya çalışıyordum. Oradan oraya koşturduğum bir dönem yaşadım. Dursam, kalbim de duracakmış gibi geliyordu. O dönem öfkeyle yazıyordum, çığlık çığlığa… Bugünden o dönem yazdılarıma baktığımda öfke görüyorum; Batıya, Türklere, kendimize… Fakat zamanla çığlık atmayı bıraktım. Belki çığlıklarımın karşılığı olmadığını hissettim, belki ben de herkes gibi ölümlere alıştım, bilmiyorum ama çığlık atmayı bıraktım. Yazdıklarıma da bu yansıdı elbet. Ama bugün hâlâ zaman zaman yazmayı sorguladığım dönemler oluyor. Bazen susmak, bazen de yazmak beni utandırıyor. Yine de yazma isteğim daha ağır basıyor çünkü geriye resmî tarih değil, hakikatin tarihi kalsın istiyorum. Tam da bu nedenle tarihe not düşme zorunluluğu hissediyorum.
 
“İNSANLAR SINIRLI KATEGORİLER İÇİNDE YAŞAMAZ”
- Meselenin bir de Sur’da bunlar yaşanırken ülkenin batısında neler yaşandığı, konuşulduğu ile ilgili kısmı var. O Sesler, buna bakarak nasıl bir hesaplaşma ya da iç hesaplaşma imkânı verdi size? Dahası okurlarına bu hesaplaşmalardan geçerek nasıl bir anlayış kanalı açmayı amaçlıyor?
- Kitap boyunca hem batıyla hem de bölgenin kendi içindeki algı ve kategorizasyonlarla bir hesaplaşma var. “Görmezden gelmenin” bir aracı olarak sömürgeleşmenin getirdiği hegemonik ilişki, diğer aracı ise kategorileştirmektir. Hem Batı hem de Kürt hareketi bu kategorileştirmeyi yoğun olarak yaptı. Oysa insanlar sınırlı kategoriler içinde yaşamaz.
Hendek kazanlara kızan dükkân sahibi sadece kendi çıkarını düşünen bir “kapitalist” midir? Ya da hendekteki gençlere yemek veren yaşlı bir anne YPJ’li midir? Bir taraf yaşananı “terörist, hendek…” diyerek kategorileştirmeye çalışırken, diğer taraf ise “şanlı direniş” diyerek bu kategorileştirmeye yöneldi.
Oysa hayat böyle değil. İnsanlar sınırları net çizgilerle ayrıştırılmış kategoriler içinde yaşamaz. Batı da, Kürt hareketi de aynı hatayı zaman zaman yapmakta. Öykülerle şehrin bu savaşı nasıl yaşadığı üzerinden bu kategorizasyonu da aşmak istedim.Okurlara da bu anlayış kanalını açabilirsem ne mutlu bana.
- Oya Baydar’ın Surönü Diyalogları kitabını da anmak gerek sanıyorum bu noktada. Baydar’ın kitabında verdiği ses ile ‘O Sesler’in kesiştiği noktalar neler?
- Oya Baydar’ın Surönü Diyalogları bir Türk ve bir Kürt’ün diyalogları üzerinden bu yakıcı savaşı anlama çabasıydı. Kesişilen noktalar ve ayrışılan noktalar var elbet. Oya Baydar da benim gibi sadece yazmakla kalmayıp o dönemde bölgeye sık gelerek çatışmaları durdurmak için elini taşın altına koyan, çabalayan insanlardandı. “O sesler”i duymaya çalışanlardandı. Surönü Diyalogları o dönem yaptığımız birçok konuşmayı da kapsıyor. Surönü Diyalogları bir Türk’ün yaşananları anlama çabasıydı daha çok. Ve çok kıymetliydi. O Sesler ise bu yakıcı savaşın içindeki insanların yaşamlarını, hissiyatlarını anlama çabası.
 
“HER DİYARBAKIRLI SUR’DAN ÇIKMADIR”

- Kitabın sonunda ‘O Seslerin Sahipleri’ başlıklı bir bölüm var. Burada röportaj yaptığınız insanların kimler olduğunu görüyoruz. Din görevlisinden hemşireye, hayatın içinden hemen herkese dokunmuşsunuz. Sorum şu: Tüm bu insanları bir araya getiren sadece acıları mı?

- Elbette bu insanları biraya getiren sadece acılar değildi. Birçoğunun mücadeleye bir şekilde devam ettiğini görüyoruz. Bir öğretmen ama öğrencileri için mücadeleye devam ediyor, bazen bir işadamı, ama yıkılan 7000 yıllık kentinin hesabını sormak için mücadele ediyor, imam ise yanık, parçalanmış bedenleri toparlayarak gömmeye çalışıyor, hepsi bir mücadele biçimi. Acı bitmiyor, zulüm bitmiyor ama mücadele de bitmiyor. Bir diğer ortak nokta da her Diyarbakırlı gibi Sur’a âşık insanlar kitabın konuğu. Her Diyarbakırlı Sur’dan çıkmadır zaten. Sur demek, geldiğin yer demektir Amed’de. Sur, Amed’de yaşayanların yuvasıdır. Aslında şahit olunan yuvanın, evin yıkımıdır aynı zamanda.

- Son olarak Sur'a ve Sur'un o dönemine dair başka ne türden çalışmalara ihtiyaç var? Ya da sizin bu yönde ne gibi planlarınız var?

- Öncelikle Sur’u ve yaşananları kayıt altına almak çok önemli; filmlerle, fotoğraflarla, yazıyla... Çünkü yirmi birinci yüzyılda Mezopotamya’nın en önemli merkezi olan 7000 yıllık bir kentin yarısı bombalanarak yıkılmıştır. Size anlatırken bile acı duyuyorum. Mümkün olursa Sur’la ilgili kısa bir film yapma planım var. Bir diğer yapılması gereken, bundan sonraki her türlü yıkıma yüksek sesle karşı çıkmak olmalı. Kimden gelirse gelsin bu yıkım, karşı çıkılmalı, buna karşı örgütlenilmeli. Hükümet Sur’u şimdi de “kentsel dönüşüm” adı altında yıkıyor. Bu çerçevede 2017 yılında üzerine türküler yazılmış, binlerce yıllık Alipaşa’yı yıktılar. Bu kentsel dönüşüm projesini derhal durdurulması için çabaları yoğunlaştırmak gerekiyor. Sur’un yeniden inşası hükümet tarafından kendi bildiğince yürütülmeye başlandı. Buna karşı durmalıyız. Sur, Dünya Mirası ve tam da bu nedenle yerelin ve uluslararası yapıların birlikte çalışarak ortaya çıkaracağı bir proje üzerinden yeniden inşa edilebilir diye düşünüyorum.
 
O Sesler / Nurcan Baysal / Çizimler: Seywan Saedian / Dipnot Yayınları / 168 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon