Gezi’nin sihrini bilseydik çoktan şişelemiştik...

Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra, yazar ve aktivist Naomi Klein ile yeni kitabı İşte Bu Her Şeyi Değiştirir üzerine Cumhuriyet Sokak için konuştu.

Yayınlanma: 31.05.2015 - 20:15
Abone Ol google-news

Günümüzün önde gelen gazeteci, yazar, düşünür ve aktivistlerinden Naomi Klein, yeni binyılın başında 30 yaşındayken yayımladığı ilk kitabıyla semalarda bir kuyruklu yıldız gibi beliriverdi. O gün bugündür, yedi yılda bir, muntazam  ritim ile yayımladığı kitaplarla ortalığı sarsıyor; zengin ve güçlü elitlerle onların siyaset ve medyada cirit atan yandaş ve hizmetkârlarını ifrit ediyor; dünyanın dört bir yanında çeşitli adlar altında yürürlükte olan –ama hangi ad altında olursa olsun, her yerde insanları büyük bir eşitsizlik, adaletsizlik ve yoksulluk bataklığında boğan– kapitalist sistemin bu ağır etkilerine karşı yılmadan mücadele eden geniş kesimlere de sürekli ilham kaynağı oluyor. 

Uluslararası alanda en çok satılan kitaplar listelerinde üst sıralarda kendine yer bulan kitapların ilki, şirketlerin başını çektiği küreselleşme dalgasına kafa tutanların manifestosu sayılabilecek No Logo – Küresel Markalar Hedef Tahtasında (2000) idi.

Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi (2007) ise “büyük şirketlerin çıkarlarını kollayan yeni kapitalizm modelinin dünya halkları adına nasıl bir yıkım ve yoksulluğa yol açtığını” sergileyen önemli bir kaynaktı. (Tanıtım metninden.)

Klein’ın İşte Bu Her Şeyi Değiştirir – Kapitalizm, İklime Karşı başlıklı son kitabı Osman Akınhay’ın çevirisi ile Türkçede de geçenlerde yayımlandı (Agora Kitaplığı). Günümüzün önde gelen iklim yazar ve aktivisti Bill McKibben, bunun iklim değişikliği konusunda çok uzun zamandan beri yazılmış en iyi kitap olduğunu söylüyor: “İnsanlık tarihindeki en önemli krizi, süregelen öbür travmalarımızın bağlamında ele almakla (...) bize umut da veriyor. Çünkü adil bir dünya için mücadele, yaşanabilir bir dünya için mücadele demektir.”

Yazarla, 2010 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde Hrant Dink Konferansları kapsamında konuşma yapmaya geldiği zaman Açık Radyo için etraflı bir mülakat fırsatı bulmuştuk. İşte Bu Her Şeyi Değiştirir üzerine telefonla bir söyleşi yaparken de söze buradan, yani tam beş yıl önce bıraktığımız noktadan başladık.

 

 

 

 Beş yıl önceki görüşmemizde “Artık halkların devreye girmesinin zamanı geldi” demiştiniz ve mülakatı bu cümleyle bitirmiştiniz. Şimdi, yeni kitabınızda bu öngörünün gerçekleştiğine tanık oluyoruz adeta. Kitabın sonlarında “Birdenbire, Herkes” altbaşlıklı bir bölümde (s. 464), şöyle diyorsunuz: “Son yıllarda sık sık yaşadığımız momentler oldu ve toplumların tüm uzmanları ve tahminleri yanıltarak birdenbire ‘yeter artık’ demeye karar verdiklerini gördük.” Bu noktada trajedileri, ihanetleri vb. ile birlikte Arap Baharı’nı, Avrupa’da aktivistlerin şehir merkezlerini işgal ettiği “meydan muharebeleri”ni, Wall Street’i işgal hareketini, Şili ve Quebec’teki öğrenci hareketlerini örnek gösteriyorsunuz.  Biz buna Gezi ayaklanmasını da katmak isteriz. İşin ilginç tarafı sizinle yaptığımız bu mülakat tam da Gezi’nin ikinci yıldönümüne denk geldi (Taksim Dayanışması’nın aynı yıldönümünde ‘Her Yerdeyiz’ sloganıyla okuduğu bildiride söylendiği gibi, “Gezi bitmiş değil, hâlâ devam eden bir süreç.”) Asıl slogan olarak “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye seslenen Gezi süreci kitabınızda yer almıyor ama bu konuya nasıl baktığınızı bize açıklar mısınız?

Gezi’yi hiç kuşkusuz o listeye alıyorum tabii. Ve işin ilginç yanı nedir biliyor musunuz, başlangıç anını çok net olarak hatırlıyorum: Bu kitap üzerinde çalışıyordum ve Gezi patlak verdiğinde Yunanistan’daydım. Kuzey Yunanistan’da bir altın madenine karşı direnen bölge halkının kendi ormanlarını maden şirketine karşı nasıl savunduğunu belgeliyorduk, kocam da bunun filmini çekiyordu. Aynı anda kentini, parkını, bir kamusal alanı ve birkaç ağacı, sayısız ticari alan yığınından bir yenisine bırakmamak, ona karşı korumak için ayağa kalkan kentlilerin içgüdüsel olarak direnişe geçmesi ile Yunanistan’da ormanlarını korumak için ayaklananlar arasındaki bu bağlantı çok çarpıcı idi. Aradaki bağlantı çok açık görünüyordu. Biz de çok heveslendik. Kocama “hadi oraya gidelim” diye tutturdum ama olmadı.

 

ÖFKEYİ DİZGİNLEMEYE HAZIR OLMAK GEREK

 

Gelseniz ne hoş olurdu. İşte Bu Her Şeyi Değiştirir’de, bu tarz yükselen dalgaların çoğunlukla hareketi örgütleyenleri bile şaşırttığını yazıyorsunuz. Gezi’de olan da tastamam buydu. Organize eden kimse, hatta bir organizasyon bile yoktu ve hareket birden oluverdi!

 

Aslında eksik söylemişim. Bu hareketlerin daima böyle sürpriz şekilde ortaya çıktığını yazmalıymışım! Hareketin odağında olanlar için bile böyle bu. İşin en esrarengiz yanı da şu: Gene o bildik tayfanın sokağa döküldüğü, o bildik standart protesto eylemi nasıl oluyor da birdenbire bir halk ayaklanmasına dönüşüveriyor? Akıl sır ermez bir durum doğrusu. Terkibindeki sihirli maddenin ne olduğunu bilebilseydik çoktan şişelemiştik.

 

Ve zengin olmuştuk! 

Bu tarz bir kritik an, bir devrilme noktası geldiğinde ortaya çıkan esrarengiz unsurlardan söz ederken bir şey eklemek isterim. Bence bunu önceden kestirip planlayamayacağımızı bilecek kadar alçak gönüllü ve mütevazı olmalıyız tabii. Ama bu, hazır olmayacağımız anlamına da gelmemeli. Böyle anlar geldiği zaman bu durumlarda nasıl davranacağımız konusunda hazırlıklı olma konusunda daha becerikli davranabiliriz. Bunların gittikçe daha sık gelmekte oldukları açık. Bunların daha sık oluşmasına sosyal medyanın katkıda bulunduğu da açık. Gittikçe büyüyen bir eşitsizlik yaratan ekonomik sistemin geçmişteki performansı, kazananlarla kaybedenler arasında gayet kaba bir ayrım olacağını gösteriyor. Öyle ki, görünen yüzeyin altında daima muazzam miktarda öfke birikimi olduğunu, her zaman farklı bir dünya talebi olacağını ve tehlikeli durumlar yaratacağını kestirmek mümkün.

Bu noktada benim düşündüğüm şey şu: İsyanın fitilini ateşlemektense, bunların meydana geldiği zaman, öfkenin nasıl dizginlenebileceğini düşünmeye hazır olmak, yani alternatif politikaları elde hazır tutmak önemli. Global olarak yaşanan sorunlardan biri şu bence: Beklenmedik bir anda, hazırlıksız yakalandığımız için telaşa düşüyoruz. Bir yandan büyük protesto hareketlerinin düzenli gitmesinin mekanizmasını sağlamaya çalışırken, bir yandan da devletin baskısıyla baş etmeye çalışıyoruz. Oysa daha sakin ve telaşsız zamanlarımızı, böyle kitle ayaklanmaları olduğunda nasıl politikalar belirleyeceğimizi kararlaştırmak için bu sorulara kafa patlatmak, daha net politik pozisyonlar belirlemek için kullanmalıyız bence.

 

SADECE HAYATTA KALABİLMEK İÇİN SAVAŞMAK GEREKECEK

 

Kitabınızın birçok yerinde belirttiğiniz gibi önümüzde gittikçe daha az zaman kalmışken, bu dar fırsat penceresi içinde böyle davranmak büsbütün bir zorunluluk halini alıyor galiba, değil mi?

 

Aynen öyle. İklim değişikliği bu aciliyeti önümüze getirip dayıyor. Pek çoğumuz toplumsal adaletsizliklerin dayattığı aciliyetin farkında tabii ama konu iklim değişikliği olunca gezegenin fizik kurallarının dayattığı çok acil mühletler, “son teslim tarihleri” çıkıyor karşımıza. Eğer harekete geçmeyi ertelemeye devam edersek, sonunda sadece hayatta kalabilme mücadelesinden başka bir şey yapamayacak hale gelir, gerçek mücadele fırsatını kaçırırız. Bu devrilme noktasını atlar ve insanlığı gelecekte 4-6 derecelik bir ısınmaya mahkum edersek –ki o yolu tutturmuş gidiyoruz şu anda– o zaman, görmeyi umut ettiğimiz gelecek çok sınırlanır. Şu andaki ısınmayı önlemek imkansız artık ama gerçekten felaketle sonuçlanacak sera gazı salımlarını kısıtlamak için hâlâ çok geç değil. Yeryüzünde ekonomik, sosyal ve ırklararası adaleti sağlayarak bunu yapabilmemiz mümkün.

 

Bu muazzam bİr yük ama AYNI ZAMANDA muazzam bİr fırsat

 

Kitabınızın ikinci bölümünün başlığı üzerinde konuşalım mı biraz da? “Sihirli” düşünce kavramı. Bu, sanki hepimizin kendimizi içine hapsetmiş olduğumuz bir kafes gibi.  

 

Bence kendimizi içine tıktığımız hapishane, kapitalizmin, yeni liberalizmin mantığı. Toplumu örgütleyip düzenlemek üzere serbest piyasayı hayatımızın her köşesine ve bucağına zorlayarak sokan bir mantık. Bu kolonizasyon (sömürgecilik) beyinlerimizi öylesine etki altına alıyor ki, bir çeşit matris (matrix) içine sokulmuş oluyoruz ve buradan çıkış için hiçbir yol da hayal edemiyoruz. Krizler açıkça gösteriyor ki ekonomik sistemimizin kurallarını değiştirmek zorundayız. Sabit olarak ekonomik büyüme, yayılma gerektiren bir sistem ile, kendi terimleriyle kendisini çökertecek kaynak tükenişi arasında apaçık bir çatışma var. Gezegen sistemi, kaynak kullanımımızı sınırlamamızı zorunlu kılıyor, aksi takdirde gezegen çöküşü gelecek. Ekonomimizin çalışma tarzını değiştirebiliriz elbette ama matris içine hapsolmuşluğumuz o kadar tam ki, ekonomik kurallardansa, doğanın kurallarını, fizik kurallarını değiştirmek gözümüze daha kolay görünüyor…

Kısacası sihirli düşüncenin üç biçimi ile de mücadele etmeyi sürdürmemiz gerek: Piyasaların bizi kurtaracağı, teknolojinin bizi kurtaracağı, dolar milyarderlerinin bizi kurtaracağı gibi üçlü bir sihirle mücadele etmemiz gerek… Gerçek işimizi yapmamızın önünde duran asıl engel bunlar… Ekonominin işleyiş mantığını değiştirmemiz gerekiyor asıl.

 

Bu sihirli düşüncelere belki bir dördüncü kategoriyi de ekleyebiliriz: Yazar ve aktivist Rebecca Solnit geçenlerde Guardian gazetesinde çıkan bir makalesinde sihirli bir politikacının, bir liderin de iklim değişikliğini durduramayacağını söylüyordu. Onu durduracak güç sadece biziz, diyordu… Siz de kitabınızda artık aktivistlerle diğer insanlar diye bir ayrımın ortadan kalktığı bir dünya olduğunu söylüyorsunuz zaten… Peki sizce dünya nereye gidiyor?

 

Açıkçası çok açık seçik iki eğilim görülüyor. Bu tutturduğumuz yol bizi yalnızca çok daha büyük sıcaklıklara ve büyük felaketlere götürmekle kalmayacak, ekonomik sistem de dünyayı “feda edilmiş/gözden çıkarılmış bölgeler”e de sürükleyecek gibi görünüyor… Bu yolda devam edersek daha fazla kasırgalar, hortumlar, sıcak hava dalgaları ve kuraklıklar içinde yaşamakla kalmayacağız sadece. Aynı zamanda daha fazla ihtikâr (aşırı kârcılık), daha fazla özelleştirme, daha fazla tahkim edilmiş ve duvarlar çekilmiş sınırlar, daha fazla ırkçılık ve ayrımcılık, daha fazla devlet şiddeti göreceğiz. Sistemimiz bunu gerçekleştirmeye göre ayarlanmış çünkü… Ama öte yandan, geleceğe uzanan ikinci bir yol da var: Gezi Parkı ayaklanmasının da bir parçası olduğu mücadele hareketinden doğacak ikinci bir yol. 

Fosil yakıtlardan yatırımların çekilmesini isteyenlerin ve hafriyatçılığa karşı dört bir yanda direnenlerin hareketleri, gelecek ay Papa’nın iklim değişikliği hakkında tüm Katoliklere bir “genelge” çıkarıyor olması, Almanya’da yenilenebilir enerjiye dönüşüm… Tabii zamanında yetişebilecek miyiz, ayrı mesele. Zamanla yarışıyoruz çünkü. Ama tarihi zamanlarda yaşadığımız kesin. Önümüzdeki birkaç on yılda yapacaklarımız, dünyanın geleceğini kuşaklar boyu etkileyecek. Bu da muazzam bir yük tabii, ama aynı zamanda muazzam da bir fırsat. 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon