Hilmi Yavuz: Toplum despotizm istiyor

Okuma yelpazesi edebiyattan felsefe, antropoloji, tarih, sosyoloji ve sanata uzanan Hilmi Yavuz ‘Edebiyat Okumaları’nda edebiyatı tüm bu diğer disiplinlerle buluşturup yeiden okuyor. Hâl böyle olunca biz de Hilmi Yavuz'la söyleşimizde antropoli ve Türkiye'deki kadın özgürlüğü mücadelesinden başlayıp edebiyat, basın ve ifade özgürlüğü ile İslamofobi'ye değin uzanıyoruz.

Yayınlanma: 29.12.2015 - 11:05
Abone Ol google-news

Aşk-ı Memnu'nun Bihter'inden, 'Eylül'ün Suat'ından, Halide Edip'in Handan'ından bahsederken, kadın özgürlüğü meselesini romanlardan yola çıkıp toplumsalda sorguluyorsunuz. Tanzimat'tan bu yana neredeyse iki yüzyıl geçmişken, Cumhuriyet'in 92. yılında, kadınların devam eden özgürlük taleplerini nasıl yorumlamalı? Tanzimattan bu yana kadın özgürleşmesi yolunda ne kadar yol kat ettik?

Ben meseleyi feminist kriterler açısından ele alıyorum. Kadın biyolojik cinsiyetiyle (sex) ya da toplumsal cinsiyetiyle (gender) ele alınabilir. Genellikle kabul edilen tez şudur: Ataerkil toplumlarda kadının biyolojik cinsiyeti dışında bir kimlikle algılanması mümkün olamaz. Ya da şöyle: Kadının toplumsal cinsiyetiyle ele alınmasının ataerkil toplumlarda imkânı yoktur. Bunu ben söylemiyorum. Kadınlarla erkeklere eşit hakların sağlanmış olması, olsa olsa eşitlikçi bir toplum yaratır. Ama eşitlikçi bir toplum kadınların kurtuluşu (emancipation) anlamında bir fayda sağlamaz. Eşitlikçi toplumlar da ataerkil toplumlardır sonuçta ve o toplumlarda da hiç şüphesiz erkeklerin verdikleri kadarıyla özgür olabilir kadınlar. Özgürlük başka, eşitlik başka, kurtuluş başka şeylerdir. Eşitlikçi bir toplum özgürlükçü bir toplum inşa edebilir ama kurtuluşçu bir toplum inşa etme imkânına sahip değildir. O yüzden, örneğin Halide Edib’in ‘Handan’ı, Türk edebiyatında ilk kez erkekler arasındaki iş bölümünü belirleyen bir kadın olarak görünüyor olsa da, derin bir okumayla, o romanda Handan’ın değil, erkeklerin her birinin Handan’a entelektüel, duygusal ya da cinsel bir ilişki yaşanacak kadın rolü verdikleri açığa çıkacaktır.

Halide Edib gibi bizler de ataerkil bir toplumda yaşıyoruz. Yani toplumsal olarak büyük bir değişim yok. Peki, edebiyatta kadın özgürlüğü nazarında bir değişim var mı?

Edebiyatta hiçbir değişiklik yok. Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ölmeye Yatmak’ romanında evli bir üniversite hocası Aysel, sanki daha özgür olacakmış gibi, bir öğrencisiyle ilişki yaşıyor, kısaca yatıyor. Sonra “Bunu yaptım ama, gerçekten özgür oldum mu” diye soruyor kendisine. Yani aslında “Biyolojik kimliğimi aşan bir eylemde bulundum mu?” diye soruyor. Oysa sadece biyolojik cinsiyetiyle bir kurtuluş arıyor, Aysel. Ataerkil bir toplumda kadının başka türlü alımlanmasına imkân olmadığı için, evli bir kadın öğrencisiyle yasak bir ilişki kurarak kurtulmuş olacağı, ya da daha özgür olacağı zannıyla! Ama öyle olmuyor.

 

‘Kadının kurtuluşu yok'

Türk edebiyatının ilk özgür kadını kim?

(Gülüyor) Aslında kadınların hiç biri... Yani eşitlik tamam, ama kurtulmuş (emancipe) değiller... Özgür kadınlar var tabii. Kendilerine sağlanmış olan eşitliği belli sınırlarda kullanan, hatta onları aşanlar da var.

Yanıtlamadınız az önce, sizce kadın özgürleşmesi mücadelesinde Tanzimat’tan bugüne yol kat edildi mi?

Evet, bir yol kat edilmiş gibi görülüyor. Kamusal alanda kadınların Tanzimat’tan bu yana daha etkin bir konumda bulunmaları, kendilerine sağlanan eşitliği çok daha özgür bir biçimde kullanıyor olmaları bir ilerleme sayılabilir, ama bunlar gerçek anlamda bir kurtuluşu imleyen dönüşümler değildir. Dolayısıyla çok büyük bir dönüşüm olduğu kanısında değilim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadının ‘görünür’ olmasını sağlamak, onun eril giysileriyle kamusal alana çıkması biçiminde mümkün olabilmiştir. Ama şimdi kadın, kendi giysisiyle kamusal alanda görünür olabiliyor.

Ataerkil bir hegemonik yapıda, kadını toplumsal cinsiyeti ile belirlemeyi mümkün kılacak bir kurtuluş esasen sözkonusu olamaz, diyorsunuz. Kadın özgürlüğü mücadelesinin netice vermesi imkansız mıdır buna göre? Kurtuluş nerede?

Evet, kurtuluş mümkün değil. Benim için kurtuluş kadının toplumsal cinsiyetiyle alımlanması anlamına geliyor. Bu da anaerkil bir toplumda mümkün olabilir. Ancak, bütün feminist antropologların belirttiği gibi, yaban toplumlardan itibaren ilk dönemlerinden itibaren bugüne kadar olan süreç, hiçbir zaman anaerkil bir toplum inşa etmemiştir. Anasoylu toplumlar olmuştur. Anasoyluluk da yine bir erkeğin, dayının egemenliğinden ibarettir. Babanın yerine dayının gelmesidir. Dolayısıyla anaerkillik diye bir yaşam biçimi hâkim olmadığı sürece, kadınların kurtuluşu mümkün değildir. Benim görüşüm bu!

 

‘Zoraki despotlaşma'

Edebi metinler üzerinden bir toplumsal okuma aslında ‘Edebiyat Okumaları’. Bu kitabı 100 yıl sonra yazacak olsaydınız, nasıl bir tablo çıkardı acaba karşımıza?

Bu konuda bir Nostradamus kehanetinde bulunmak istemiyorum. Ama bir trend var. Bu trend de şudur: Bugüne kadar, yaban toplumlardan bu yana, hiçbir toplum anaerkil bir toplum inşa edememişse, bu, bundan sonra da anaerkil bir toplumun gerçekleşmesi ihtimalinin çok zayıf olduğunu gösteriyor. Yani 200 yıl sonra, 100 yıl sonra, büyük bir olasılıkla, yine bugün yaşandığı gibi yaşanacağı kanısındayım.

Peki, sadece kadın özgürlüğü açısından değil, bütün toplumsal unsurların yansıdığı bir edebiyat düşünelim. Türkiye bağlamında edebiyat üzerinden nasıl bir toplumsal okuma yapılabilirdi 100 sene sonra?

Benim bir tezim var. Şunu söylüyorum: Türk toplumu aidiyet olarak Doğulu bir toplum. Dolayısıyla despotik yönetime yatkın bir toplum olduğunu ve Türkiye’de demokrasinin tam anlamıyla hayata geçirilmesinin mümkün olamayacağını yazdım. Osmanlı’yı bırakalım, Cumhuriyet’ten bu yana 92 yılın kaç yılı bir despotik vesayet, kaç yılı demokratik süreçle geçmiştir? 1923’ten 46’ya kadar 23 yıl Tek Parti dönemidir. Beğenelim ya da beğenmeyelim, despotik bir dönemdir. Ya da milli şefin, ebedi şefin buyrukları ne idiyse, toplum ona göre yönetilmiştir. Hiç kimse yadsıyamaz bunu. Ardından Demokrat Parti’nin 1950 ile 1960 yılları arasında bir demokrat dönemi var ama 1955’den itibaren Adnan Menderes de despotlaşmaya başlıyor. Sonra 27 Mayıs’la yeni bir askeri vesayet dönemi! Ardından yine bir kısa demokratik dönem, 10 yıllık Süleyman Demirel dönemi... Sonra 12 Mart! Yine despotik dönem. Ardından yine kısa ve eğreti bir demokratik süreç ve 12 Eylül! Yine kısa bir demokratik dönem, ardından 28 Şubat! Sonra AKP iktidarı. AKP iktidarı da 2011’den itibaren tamamen despotik bir rejime dönüşmüştür.

Bu zoraki despotlaşmanın nedeni ne? Kendi despotumuzu kendimiz mi yaratıyoruz?

Zoraki bir despotlaşma söz konusu. Toplumumuzun Doğu despotizmiyle malül bir toplum olmasından. Toplum despotizmi istiyor, demokrasiyi sadece 4 ya da 5 yılda bir gidip oy vermekten ibaret sanıyor. Çünkü bütün despotik toplumlarda haklar verilmiş olan haklardır; kazanılmış haklar değil! Ne işçi, ne kadın hakları ne de siyasi haklar! Hiçbiri için verilmiş bir mücadele yok. Vesayet sahipleri topluma “size bunu verdik” demişler. Veren, geri de alır sonra! Halk demokrasiyi sadece verilmiş olan oy kullanma hakkı sanıyor. Demokrasi bu değil, oysa katılım, farklılaşma, özgürleşme demek… Ama bu sadece bize özgü bir şey değil. Doğu toplumlarının hiçbirinde sürekli ve kalıcı bir demokratik yönetim olmamıştır. Despotizm esas, demokrasi fürûattır.

İslam mı engel kalıcı ve sürekli bir demokratik yönetim hasreti ve mücadelesine?

Hiç ilgisi yok. Ruslar Müslüman mı, değil. Hintliler? Değil. Bir daha belirteyim; bizim toplumumuzda sürekli ve kalıcı bir demokratik rejim olamaz. Seçilmiş olan Adnan Menderes’in Demokrat Partisi nasıl bir despotizme dönüştüyse, başlarda vesayetçi despotizme karşı çıkan bir parti olan Adalet ve Kalkınma Parti’si de Tayyip Bey’in despotizmine dönüşmüştür.

 

'Türkiye harbe gidiyor'

AB Zirvesi öncesinde Başbakan Ahmet Davutoğlu, geçenlerde sizin de köşe yazınızda değindiğiniz gibi, "Biz, bir Avrupa halkıyız... Türkiye, bu ailenin bir üyesi olarak en etkin katkı getirenlerden birisi olacaktır" dedi. Biz "bir Avrupa halkı" olarak tutuklu gazeteciler arasına katılan Can Dündar ve Erdem Gül’ün de ardından, Avrupa Birliği ülkelerine özellikle basın özgürlüğü konusunda nasıl bir katkıda bulunabiliriz sizce?

Basın özgürlüğünün hayata nasıl geçirildiğini, nasıl yasalaştığının teorisini öğrenecekler herhalde. Can Dündar da içeride tabii bu süreçte. Asıl ona sormak lazım. Bu, kabul edilebilir bir şey mi? Bir haber yapmışlar, üstelik gizlisi saklısı yok bunun. Sonra birdenbire devlet sırrı oluyor. Gazeteci ödevini yaptığı için bir devlet sırrını ifşa etmiş oluyor. Tutuklanıyor ve içeride. Artık şaşırmıyoruz.

Geçenlerde "Ms. Elif Shafak ve Naipaul" başlıklı köşe yazınızda, Elif Şafak'ın İslamiyete hakaret ettiğini söylediğiniz V.S. Naipaul'un “beyaz İngiliz efendilerinin karşısındaki aşağılık duygusunu, Müslümanları köle gibi görüp aşağılayarak ödünlemek istemesine razı olduğunu” söylerken, "Ms. Shafak yalnız değil! Bu ülkede kendisine hakaret edip aşağılayanla aynı masaya oturmayı şeref sayanlar o kadar çok ki!" yazdınız. Neydi kastınız?

Naipaul olayına gönderme yapıyorum. Adam Müslümanlara alabildiğine hakaret ediyor aşağılıyor sonra biz adamı buraya davet ediyoruz 2010’da. Kimse de sesini çıkartmıyor. Ben gelmesin demedim. Gelsin, oturduğu masada yalnız kalsın, dedim. Bırak, yalnız kalsın adam. Ama başta kendini 'Müslüman' olarak tanımlayanlar olmak üzere bana demediğini bırakmadılar. Birisi kalkıp bana küfrederse ben onu ifade özgürlüğüne mi vereceğim? Adam bana kalkıp 'Müslümanlar cahildir, beş para etmez, aptaldır' diyor. Ben buna fikir özgürlüğü diyemem. Ama Türkiye’de bunu böylece kabullenmeye hazır insanlar var. Bende bu konu hakkında aleyhime yazılmış 100’den fazla yazının olduğu bir dosya var. Bu konuda kitap yazılır, tez yapılır.

Paris katliamından sonra İslamofobinin körüklendiği malum. Bunun ucu nereye gidecek?

Avrupa başından itibaren, zaten İslâm’ı medeniyet üretmiş bir din olarak kabul etmemiştir. Avrupalı kendisini dünyanın merkezi sanıyor. Bundan 15 yıl önce Davutoğlu’yla bir televizyon programına katılmıştık, bir şey söyledi, hiç unutmuyorum. Atlaslardaki dünya haritasında Avrupa merkezdedir, dedi. Doğru bir tespit. Bir tek medeniyet vardır onlar için, o da Batı, Hıristiyan medeniyetidir. Türkiye’de bizim entelektüelimizin çoğunluğu da böyle düşünüyor. İslam ne medeniyet üretmiş, diye konuşanlar var. Türk musikisi diye bir müzik yoktur, çok sesli müzik vardır, diyorlar. Batı Avrupa’nın ürettiği müziği tek müzik kabul ediyor ve onun dışındakileri yok sayıyorlar...

 

'Bu hükümetin bakanından beklentim olamaz'

Kitapta 'aydın' kimliğinin Türk toplumunda bir tarihi olmadığını, olsa olsa bir 'tarihöncesinin' olabileceğini söylüyorsunuz. Batıcı entelektüeller ile Osmanlı entelektüellerinin tarihi var sadece, diyorsunuz. Hem bunun sebebini hem de bugünün Türkiye 'aydını' profilini nasıl çizdiğinizi soracağım…

Bugün de hâlâ öyle tabii. Ama Türkiye’de bizim medeniyetimizin bizi getirip bıraktığı yer hem Doğulu hem Batılı bir hayattır. Eğer Türkiye’de mini etekli kızlarla başı kapalı kızlar aynı anda dolaşıyorlarsa, biz Doğulu ve muhafazakâr bir toplumuz, diyemeyiz. Hem Doğu hem Batı toplumuyuz.

Peki, muhafazakâr ve Doğulu bir topluma dönüştürülmeye çalışıldığımız görüşüne katılır mısınız?

Tabii. Zaten oraya doğru gidiyoruz.

Yeni Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal’ın yürüteceği kültür politikası, şiir ve çeviri politikaları ile ilgili bir beklentiniz var mı?

Benim bu hükümetin kültür bakanından herhangi bir şey bekliyor olmam söz konusu değil.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler