Küllerinden doğan bir kadın: İris

Meltem Yılmaz'ın ikinci romanı İris raflarda yerini aldı. Meltem Yılmaz, yeni romanında kendi doğasından koparılıp şehrin, çatışmaların insanı yutan o kalabalığı içinde sevgiyi ararken kaybolmuş genç bir kadın ve onun kendi gerçeğini bulma yolunda ilerlerken verdiği acı dolu bir mücadeleyi anlatıyor.

Yayınlanma: 24.10.2016 - 09:58
Abone Ol google-news


Meltem Yılmaz

Çocukluğunda yaşadığı ağır travmanın ruhunda yankılandığı duvarları yıkmak için hiç düşünmeden imza attığı yanlış bir evlilikle başlıyor bu yaralı kadının evrimi. Sayfaları çevirirken çıktığımız serüvende İris'in, evliliğini takip eden günlerde teker teker ortaya çıkan yıkıcı gerçeklerin aleviyle önce yanışına, ardından güçlü ve göz alıcı bir kadın olarak küllerinden yeniden doğuşuna tanık oluyoruz.

İkinci kitabı “Soraya” ile Berlin Film Festivali Books at Berlinale'ye seçilen 11 yazar arasına girerek uluslararası bir başarıya imza atan gazeteci yazar Meltem Yılmaz ile yeni romanı 'Dört mevsim yalnızlık ve bir kadın: İris'i konuşurken hem Türkiye'nin hem de Türkiye'de kadın olmanın gerçeklerine doğru derin bir yolculuğa çıktık.

İRİS, yalnızca bir kadının hayatı değil… Arap Baharı, IŞİD meselesi ve Ankara Garı’ndaki intihar saldırısı gibi bugün yaşadığımız olaylar ve yarının tarihine dair önemli ipuçları veriyor. Neden bu yola girdin, yalnızca bir kadının yalnızlığını da anlatabilirdin?


Meltem Yılmaz: Çünkü birey içine yaşadığı toplumdan bağımsız değil. İris, kendi küçük hayatında bir dram yaşıyor ama bir taraftan da Ankara Garı'nda korkunç bir patlama oluyor. İris farkında değil ama bu patlama onun hayatını da değiştiriyor. Aslında bu romanda tam da buna dikkat çekmeye çalışıyorum: Özel hayatları içine hapsolmuş bireylerin, dış etkenlere sandıkları ve umdukları kadar kapalı kalmalarının hiçbir zaman mümkün olmadığını görüyoruz.

Kitap, ilk gecesinde tepetaklak olan bir evlilik sahnesiyle başlıyor. Bu bana, kültürümüzdeki evde kalma korkusunu düşündürdü. Bireyler, kendisinde olmasa bile ailesinde var olan bu korku yüzünden baskı altında acele ve yanlış kararlar alıyor. Romandaki evliliğin yanlışlığı da bu nedenden mi ileri geliyor?

Meltem Yılmaz: Aslında evet, Emre İris'e aşık olarak evlenme teklif etmiyor. Okulumu bitirdim, iyi bir işim var, sıradaki karşılamam gereken beklenti evlilik diye düşünüyor. Zira Türkiye'de yalnızlığın, bekarlığın suç sayıldığı, kriminalize edildiği bir dönemden geçiyoruz. Geçenlerde yolda duyduğum bir cümle, adam evinde bir yemek organizasyonu yapıyor, telefonda konuştuğu kişiye diyor ki “onu çağırma, o bekar”... Düşünebiliyor musunuz, “Diğerleri evli, o bekar” diyor. Çünkü bekar adam onun gözünde içip içip sağa sola tecavüz etme potansiyeli taşıyan bir yaratık.

Evliliğin ilerleyen zamanlarında bir kadın için kaldırması çok zor şeyler yaşadı İris. Kitabı okurken "Terk etsene ne duruyorsun? "diye kendi kendime çok kızıp söylendim İris'e... Batacağı hiç şüphesiz olan bir gemiyi yüzdürmek için kendini kaybetmek pahasına neden mücadele etti?

Meltem Yılmaz: Belki de İris'in kendisiyle ilgili keşfettiği ilk gerçek buydu, savaşçı karakteri. O güne kadar yaşadığı olayların kırık döküklüğünü, eksikliğini hep üstünde taşıyan İris, evlilik gecesinde aldığı tepkiden sonra bir şekilde adını koyamasa da savaşçı bir karaktere evriliyor. Aslında burada karakter dönüşmeye başlıyor. Tabi ki kocasını terk edebilirdi ama terk etmek kolaydı. Mücadele etmek zordu. Ve bu mücadeleyi Emre için değil kendisi için verdi. Zira hayatı boyuna hiçbir zaman aktif olamamış, hiçbir zaman kendi seçimlerinin peşinden gidememiş, kendi cümlelerini söyleyememiş bir kadından söz ediyoruz.

Romanda hem eşi hem de oğlu tarafından baskı altına alınmış bir anne karakteri var. Ve bu karakterin hıncını İris’ten çıkarma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Buradan yola çıkarak, bu toprakların bir gerçeğine varmak mümkün aslında. Türkiye’de erkek tarafından baskı altına alınmış bir kadın gerçeği var evet ama bir de kadının kadın üzerinde uyguladığı bir baskı var sanki… Sen de bu duruma mı işaret ediyorsun?

Meltem Yılmaz: Bana kalırsa ezilenin ezilene yaptığı zulüm, bu toprakların kimyasal silahı. Zira ne hayatımızın ortasına yerleşen teknolojik gelişmeler, ne tıptaki ilerlemeler ne de “modernleşme” adı altında günlük yaşamımıza uyarladığımız kültürel doktrinler, ezilmişliğimizin acısını bir başka ezilenden çıkarma eğilimimizi değiştirmiyor. Sonra da kadın cinayetleri neden her geçen gün artıyor diye soruyoruz, dalga geçer gibi. Ayrıca bir anne oğlunu neden kıskanır hiçbir zaman anlayamadım. Ben, anne- oğul arasındaki bu ilişki biçimini değil de, bu ilişkinin doğasındaki hastalıklı duyguların kutsanıyor olmasının hala normal karşılanmasına şaşırı

Kitap bana bir soruyu daha sordurdu: Yalnızlık tutunacak bir dal olarak yanında kimsenin
olmaması mı demek? İris en özel günlerinde yapayalnız bırakılınca, yanında Emre varken yapamadığı pek çok şey yaptı, öğrendi. Yalnızken tamamen özgürdü bence. Ne dersin?

Meltem Yılmaz: Bak, bütün hikayeler, şiirler ve şarkılar eninde sonunda insanın yalnızlığına varmıyor mu? Hayat bizi yalnız bıraktıkça sanat bu yalnızlığın altını çiziyor. Öyleyse yalnızlıktan
neden korkalım? Yalnızlık insanın kendini tanıması, sorgulaması, kendiyle çatışması, bütünleşmesi ve sonuçta özgürleşmesi ve üretmesi için en önemli fırsat, en doğru, en gerçek alan. Ben bu yüzden sırf yalnız kalmamak adına insan bağımlısı haline gelmiş kişileri anlayamıyorum. Kitapta da buna yer vermeye çalıştım, İris, çevresindeki insanların inşa ettiği yalanlardan duvarları tek tek yıktıkça özgürleşiyor. Yalnızlık, İris’i besleyen en kuvvetli duygu haline geliyor. 

İris'in hayatı hakkında hiçbir seçimin kendisine bırakılmadan ona dayatılan hayatı yaşamak zorunda kalması ne acı değil mi? Bir kadın olarak çoğumuz çok yakından tanıyoruz İris'i...


Meltem Yılmaz: Evet, genelde seçimler bize bırakılmıyor ama bırakıldığında da ne kadar kendi seçimlerimizi yapıyoruz, bu da soru işareti.

İris’in sembollere yüklediği anlamlar ve bu anlamlar aracılığıyla sembollerle kurduğu duygusal bağları düşününce, İris bence bir sanatçının duyarlılığına sahip. Karşı apartmanda kırmızı abajurlu evde, kendi yaşayamadığı mutlu bir aile hayatı hayal etti. Ya da piknik sırasında atı görünce o doğasından koparılmış atın yalnızlığını kendi yalnızlığı ile bütünleştirip o atla birlikte özgürlüğe dört nala koşmak istedi. Kitabı bitirdiğimde ben "Eğer seçimler ona bırakılsaydı gerçek bir sanatçı olabilirdi" diye düşündüm İris için.

Meltem Yılmaz: Bu söylediğin ne güzel... Ben de bunu ilk kez sen söyledikten sonra düşünüyorum. Gerçekten doğru bir tespit, ben karakterimi biraz tanıyorsam eğer, İris sanatçı olurdu. Ama seçimler ona bırakılmadı o da aslında çok zorlamadı. Evlenmeyebilirdi, biraz para kazanıp ayaklarının üstünde durduktan sonra farklı bir hayat seçebilirdi. Seçmedi.

İris’in kendi hayatına yönelik kesin bir karar verdiğinde Emre'de görülen ani değişimi nasıl değerlendirmeliyiz?

Meltem Yılmaz: Bu galiba erkeklerde genelde kendini gösteren bir tepki, genellemeleri sevmem ama evlilikler genellemelere çok uyuyor. Emre de evliliğin kalıbından çıkmayan, evliliğin tektipleştirdiği; yaptığı bütün o saçmalıklarla, bulaştığı bütün o pisliklerle birlikte son derece sıradan bir karakter. Ve sıradan olmanın gerektirdiklerini uyguluyor. Karısını kaybetmeye başladığını anladığında ani bir dönüş yapıyor.

Kitabında vurucu bir tespit vardı... Bir yerde acıma hissinin sevgiyi yendiğini söylüyorsun. İris’in yerinde olsan sende de acıma duygusu sevginin yerini alabilir miydi? Yazarken düşündün mü bunu?

Meltem Yılmaz: Yazarken aynı zamanda yaşadığım için düşündüm, evet. İnsanın kendine yapabileceği en büyük kötülük kendine acımak bana kalırsa. Zira mağduriyet hissinin o sinsi zehri insana her türlü aptallığı yaptırabilir. Benzer şekilde bir başkasına acımak da o kişiye yapılan kötülük. Bu yüzden acıma duygusu çok tehlikeli ve tuzaklarla dolu. Acıdığımız birini sevemeyiz, sevdiğimiz birine acımayız. Çünkü aşk ve sevgi, algıda koşulların eşit olmasını gerektirir. Ben bir insanı seviyorsam onu kendimle eşit koşullarda görüyorum demektir. Ama ona acıyorsam kendimden aşağı görüyorum demektir ve bunun sevgiyle alakası yoktur bence.

İris'in Emre'nin o tokat gibi çarpan gerçeğini öğrenmeye adım adım yaklaştığı anlara gelince... Bir yanda “Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri”, bir yanda Chopin. Böyle bir hikayede Baudelaire ve Chopin'e bu şekilde yer vermenin özel bir anlamı var mıydı?

Meltem Yılmaz: Vardı evet. “Kötülük Çiçekleri” benim başucu kitabım. Defalarca dönüp dönüp okuduğum şiirler var o kitapta. Yaşamın zehrini insanın yüzüne tokat gibi çarpan şiirler söz konusu. İris'in de yaşadığı, çok sert bir gerçeklikten gelen tokattı. İris'in o anki durumu ile “Kötülük Çiçekleri”nin duygusu, ayrı evrenlerde ama aynı çarpışmaya denk geliyor. Öte yandan Chopin’in melankolisi de, benzer şekilde, İris’in o anki kimsesizlik hissine karşılık geliyor.

Bir vurucu tespit daha... "Eğer insan kendine bir kez ‘neden ben?’ diye sormaya kalkarsa, cevabını asla bulamayacağı soruların denizinde boğulmaya başlamış demektir. Ben kendime asla neden ben diye sormayacağım." Bu kitapta hayata dair çok önemli mesajlar var. Son olarak senin okuyuculara söylemek istediğin bir şey varsa söz sende...

Meltem Yılmaz: İRİS’i yazmak bana güç verdi. Okuyanın da, kitabın kapağını kapattıktan sonra o gücü içinde hissedeceğini umut ediyorum.

Söyleşi: Elif Nur Bilgiç 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler