‘Sur’da yaşayan insanlara eşya muamelesi yapılıyor’

Sur’daki kamulaştırma sürecinin belgeselini çeken İmre Azem’e göre, Sur için alınan acele kamulaştırma kararıyla yapılmak istenen 40 bin kişinin yaşadığı bir ilçeyi tamamen insansızlaştırmak ve kimliksizleştirmek.

Yayınlanma: 09.07.2016 - 07:06
Abone Ol google-news

“Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir” ve “Lamekan:” belgesellerinin yönetmeni İmre Azem, çekimleri New York’ta süren yeni belgeseli Yeniden İnşa Çağı’nı ve Haber Nöbeti’yle gittiği Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki gözlemlerini anlattı. Azem’e göre, Sur için alınan acele kamulaştırma kararıyla yapılmak istenen 40 bin kişinin yaşadığı bir ilçeyi tamamen insansızlaştırmak ve kimliksizleştirmek.

 
-‘Yeniden İnşa Çağı’ ne anlatmayı hedefliyor?
 
-‘Yeniden İnşa Çağı’ bir şeyler anlatmaktan çok ekonomik ve politik sistemimizin geleceğiyle ilgili varoluşsal sorulara cevap arayacak. Öncelikle güncel politikadan birkaç adım dışarı çıkıp içinde bulunduğumuz zamana dair bazı tespitler yapmak gerekiyor. 2008’deki küresel finansal çöküş, post-neoliberal bir sürece girmek üzere olduğumuzu gözler önüne serdi. Peki bu yeni dönem hangi model üzerine kurulacak? Gelir dağılımı adaletsizliği ve mülksüzleştirmelerin sebep olduğu küresel isyan hareketlerinin önünü almak için kapitalizm nasıl bir model öneriyor? Özellikle son 40 senelik neoliberal dönemde kentlerin birer servet birikim aracı olduğunu düşünürsek, önerilen modelin veya modellerin kentler ve yaşam alanları üzerindeki etkisi ne olacak? Bu sorulara cevap arayacağız. Ancak şunu eklemek lazım, henüz araştırma aşamasındayız. Belgesel yapmanın en zevkli tarafı da bu aslında, yola çıkarken tam olarak neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. 

 
-Belgesel izleyiciyle ne zaman buluşacak?
 
-En erken 2018 gibi gözüküyor. Yine sponsorsuz bir yapım olacağı için en iyisini yapabilmek adına acele etmeyeceğiz. 
 
-İşlerinizdeki sponsorsuzluk, filmin kendisiyle çelişmemesine yönelik bir bakış açısı mı? 
 
-Tabi ki öncelikle filmlerin yapım süreçlerinin söylemleriyle tutarlı olmasını önemsiyoruz. Bu tutarlılık sadece kendimiz için değil, izleyiciye olan saygının da bir gereği. Filmin yapım süreci şeffaf olmalı. Bunun için de Ekümenopolis’te olduğu gibi filmi yaparken sosyal medya üzerinden veya kısa gösterimlerle bu süreci kamuoyuyla paylaşarak ilerletmeye çalışıyoruz. 
 
‘Topla tankla açık bir savaş yaşanıyor’
 
-Geçen aylarda ‘acele kamulaştırma’ kararı alınan Sur’da yaşananları Haber Nöbeti’yle takip ettiniz, gözlemleriniz nelerdi?
 
-Doğu illerindeki savaş ortanımda baskı altında çalışan gazetecilerle dayanışmak için bir araya gelen Haber Nöbeti’yle iki günlüğüne gittim Diyarbakır’a. DİHA’dan iki muhabiri acele kamulaştırmayla ilgili haber takibi yaparken takip ettim. Terör örgütü üyesi olmak veya terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan 10 DİHA muhabiri tutuklu şu an. Ülkenin batısındaki gazetecilerin neredeyse tamamen görmezden geldiği yerlerde, halkın haber alma özgürlüğü için çalışan bu gazetecilerin hangi şartlarda görev yaptığını batıdaki insanlara gücümüz yettiğince anlatma, en azından tarihe bu notu düşme çabasıydı. Askerle, topla tankla açık bir savaş yaşanıyor orada, insanlar ölüyor; siviller, askerler, polisler ölüyor. PKK’nın pozisyonunu destekleyen de var desteklemeyen de, ama bu hiçbir şekilde devletin sivillere karşı yaptığı hak ihlallerini meşru kılmaz. Bunları ve savaşın diğer etkilerini haber yapan gazetecileri de terörist yapmaz. Devlet Sur’da öyle bir pozisyon almış ki, sanki sadece şu an değil, ileride de artık barış ihtimali olmasın istiyor. İleriye dönük halkların beraber yaşama ihtimalini tamamen ortadan kaldırmayı, savaşı sürekli bir hale getirmeyi amaçlıyor gibiler. PKK eylemlerine karşı bir halkı topyekün cezalandırmak sadece daha fazla gencin dağa çıkmasına yol açar, bu çok net. 35 senelik savaş sonunda devletin bunu öğrenememiş olması mümkün mü? Barış masası neden devrildi? Polisin, askerin, bölgedeki insanların hayatı bu kadar ucuz mu? Burada başka bir hesap, bir kasıt var. Beni asıl endişelendiren bu oldu.
 
 

Haber Nöbeti’nin sekizinci grubuna dahil olan İmre Azem, 25-26 Mart tarihlerinde DİHA muhabirlerinden Şerife Oruç ile Beritan İrlan’la geçirdiği iki günü belgeselleştirdi. Gazeteci Şerife Oruç’un da tutuklanmasıyla birlikte DİHA’nın tutuklu muhabir sayısı 11’e çıktı.
 
 -‘Acele kamulaştırma’ ile asıl yapılmak istenen ne sizce? 
 
-Acele kamulaştırma, kentsel dönüşümün gündemimize girdiği son 10 yıldır sıkça dillendirilen hem hukuksuz hem de ahlaksız bir tehdit. Kentsel dönüşüm dedikleri mülksüzleştirme sürecine ikna edemedikleri insanların evlerini kendi rızaları ile yandaş inşaat şirketlerine verdirmek için merkezi idare tarafından kullanılıyor. Ancak savaş veya afet gibi durumlarda kullanılması öngörülmüş bir kanun, vatandaşın mülkünü özel şirketlere transfer etmek için kullanılıyor. Sulukule’den Gaziosmanpaşa’ya, Sultangazi’den Sur’a kadar çeşitli mülksüzleştirme projelerinde karşımıza çıkıyor. Kamulaştırma kararı ile vatandaşa şu söylenmiş oluyor: İnşaat şirketi ile anlaş, evini sat, mahalleni terk et yoksa evini biz elinden alıp şirkete veririz, sen de buna karşılık verdiğimiz paraya razı olursun. Burada vatandaşın bilmesi gereken şey, aslında bu acele kamulaştırma tehdidinin hukuki ve pratik olarak altının boş olduğu. Acele kamulaştırmalara karşı açılan davalar mahallelerin zaferiyle sonuçlanıyor. Mevcut kanunlara göre idarenin kamulaştırdığı, yani kanunen el koyduğu mülkü özel bir şirkete devretmesi için bir mekanizma mevcut değil. Söyleyeceğim şudur, acele kamulaştırma ile karşı karşıya kalan vatandaşlarımız kesinlikle korkup bu tehdide boyun eğmesinler. 

 
-Kamulaştırma kararının Sur için alınmasının farklı bir anlamı var mı peki?
 
-Orada yapılmak istenen 40 bin kişinin yaşadığı bir ilçeyi tamamen insansızlaştırmak, kimliksizleştirmek, orayı asıl sahiplerinden alıp bir turizm merkezi kisvesi altında AKP’nin ileri gelen sermayedarlarına peşkeş çekmektir. İnsansızlaştırmayı zaten fiili bir savaş ortamı yaratarak tankla topla yaptılar. Şimdi de yerinden ettikleri insanların evlerine dönmelerini engellemeye çalışıyorlar. 500 yıllık Kurşunlu Camisi’ni yok edip Sur’u bir turizm merkezi yapmanın çelişkisi zaten bütün niyeti açıkça ortaya koyuyor. 
 
-Hukuka karşın kamulaştırma gerçekleşirse ne olacak?
 
-Dediğim gibi, kamulaştırmadan sonra idarenin kamulaştırılan mülkleri özel şirketlere devretmesi için kanunlarda yazılı bir mekanizma mevcut değil. Hukuksuz bir adım gerçekleşirse, bunu nasıl başka bir hukuksuz adım takip edecek hep beraber göreceğiz.
 
‘Savaş daha büyük bir planın parçası’
 
-Kamulaştırmaya karşı durdurma davaları dahi sürerken Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’nin Sur için açıkladığı ‘Yenilenme Eylem Planı’ evi yıkılan ve tapusu olan vatandaşlara ev bedellerinin verilmesini öngörüyor, adres olarak ise vadeli ödeme planlarıyla TOKİ konutları gösteriliyor. Bu planı, nasıl yorumluyorsunuz?
 
-Sunulan tüm seçenekler, oradaki insanların mülklerinin ellerinden alınması, kiracısı ev sahibi hepsinin oradan uzaklaştırılmasını öngörüyor. “Yenilenme” dedikleri aslında insansızlaştırma, kimliksizleştirme, mülksüzleştirme. Zaten daha çatışmalar bile başlamadan, ortada hendekler bile yokken oradaki mülklerin el değiştirmeye başladığını biliyoruz, yani bu savaş sonrası ortaya çıkmış bir plan değil, mesele hendekler değil. Hatta büyük ihtimalle savaş, daha büyük planın bir parçası olarak kurgulanmış. Baştan sona hukuka, insan haklarına, insan onuruna aykırı bir durum söz konusu. İnsanlara eşya muamelesi yapıyorlar resmen, git Mardin’de otur diyor, orada ev yaptım sana. Sen kimsin ya, beni yaşadığım mahalleden atıp başka bir yere sürüyorsun? 90’lardaki köy yakmaların bir benzeri yaşanıyor. Bunlar büyük toplumsal travmalar yaratıyor ve gelecek nesiller bu politikaların bedelini çok çok ağır ödeyecek. 
 
-Sosyal doku ve ilişkiler ağı gözünde bulundurulursa, bölge halkının ‘İstanbul’daki TOKİ evlerinde’ ya da ‘kendi  mahallesine benzemeyen’ bir yerde yaşayabilmesi ne kadar  mümkün? 
 
-“Yaşayabilmek” değildir sorun. İnsan ot  değildir, sosyal bir canlıdır. Beni yaşadığım mahalleden ayırmaya kimsenin  hakkı yoktur, o yüzden başka bir yerde yaşayabilir miyim, yaşayamaz mıyım sorusu bence sorulmaması gereken bir sorudur. Ama ben tabi sizin söylemek istediğinizi anlıyorum. Sulukule’de, Ayazma’da ve daha birçok  mülksüzleştirme/yerinden etme projesinde gördüğümüz gibi  kendi organik sosyal ilişkileri içerisinde gelişmiş, kök salmış  bir topluluğu, tüm köklerini ve sosyal ağlarını keserek  tamamen insan hayatına aykırı inşa edilmiş TOKİ silolarına  taşımaya kalkarsanız sonu hüsran olur. Çökmüş birçok  örneği açık seçik önümüzde olan bu modelde ısrar etmek  de yine iyi niyetle açıklanabilir bir durum değil kanımca.  
 
-Bugüne dek çektiğiniz filmlerden edindiğiniz deneyim,  ‘kendi yerinden edilmiş karakterlerin psikolojisine’ yönelik  ne anlattı size? 
 
-Yerinden edilmek,  senelerdir yaşadığı mahalleden ayrılmak zorunda  bırakılmak, hatta mahallenin topyekün yıkımı bunu bizzat  yaşamayanların çok kolay anlayamayacağı bir travmadır.  Kendinizi o belirsizlikte bir düşünün. Geleceğe dair hayal  kurmak bile zorlaşmıyor mu?  
 
‘Gezi’nin tohumlarından birçok mücadele alanı açıldı’

-Özellikle Türkiye’deki eylemler ‘kent hakkı’  bilincinin var olduğunu düşündürdü mü örneğin? Özetle,  kira, semt bizim’ mi gerçekten?  
 
Tabi kent hakkı bütün bunların çok daha ötesinde bir olgu. İnsanın kendini geliştirme potansiyelini eğitimiyle, sağlığıyla, yaşam alanıyla, güvenceli iş imkanıyla bir bütün olarak garanti altına alan bir hak. Onun da ötesinde bireysel değil, toplumsal bir hak kent hakkı. Gezi direnişi bunun bir örneğiydi. Sadece bir parkla ilgili değildi o direniş, zorla empoze edilmeye çalışılan bir hayat tarzıyla ilgiliydi. AVM/Kışla projesi bu ticarileşmiş hayat tarzının bir örneği  sadece. O yüzden doğal olarak Gezi’nin tohumlarından birçok mücadele alanı açıldı: Kuzey Ormanları Savunması,  İstanbul Kent Savunması, farklı semtlerde aktif olan kent savunmaları, dayanışmalar, barınma hakkı meclisleri, park  forumları bölünmüş gibi gözükse de aslında birlikte bu toplumsal hakkın savunusunu yerine getiriyorlar. İmamhatipleşmeye karşı okullarda örgütlenen mücadele; sağlığın ticarileşmesine karşı yürütülen mücadele; kırsalda  zeytinliklerine, tarım alanlarına sahip çıkan köylüler; sadece  sermayeye hizmet eden ve yaşam alanlarını yok eden HES’lere, RES’lere nükleere, maden ocaklarına geçit  vermeyen mücadeleler; işgal fabrikaları; kültür merkezleri ve  sosyal merkezler olarak işlev gören işgal evleri; gıdadan konuta uzanan kooperatifleşme hareketleri; işçi sınıfını  yeniden bir özne olarak tanımlamaya çalışan plaza çalışanları örgütlenmeleri gibi girişimler bir bütün olarak kent hakkı mücadelesini Türkiye’de büyütüyorlar. Neoliberal politikaların artık sürdürülemez olmasının ve kapitalist  sınıfın en üst düzeyinden bunun artık dillendiriliyor olmasının sebebi, bütün dünyada bu mücadelelerin yükseliyor olması. Bu yükselişin yönü hiçbir güç tarafından değiştirilemez. Kapitalizmin  kendi varoluşuna karşı gördüğü en büyük tehdit de, bu yerel mücadelelerin birleşerek önlenemez bir küresel isyan hareketine dönüşmesi. 

Yönetmen İmre Azem, kentsel sorunlara odaklanan bir belgesel sinemacı. “Ekümonopolis: Ucu Olmayan Şehir”, “Agorafobi”, “Lamekan: Metalaşan Kentin Çöküşü” gibi belgeselleriyle birçok ödüle değer görülen Azem, filmleriyle kentin insanlarına, yaşadıkları kenti anlatıyor.
 

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler