Çağdaşlaşmaya engel olan Osmanlı'dan kalan en büyük miras cehalettir!

Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşı “Çıktık açık alınla On yılda her savaştan” diye başlar. Bu Kurtuluş Savaşı’nı izleyen çağdaşlaşma savaşıdır. Gerçek savaştan daha zor olduğunu bugün hâlâ sürüp gitmesinden anlıyoruz.

Yayınlanma: 07.11.2014 - 12:32
Abone Ol google-news

Bugün daha güç bir aşamaya gelmesinin nedeni, Türk toplumunun sayısal büyüklüğü, gelişme sürecinin çok hızlı bir kentleşme aşamasına ulaşması ve Yakındoğu üzerinde büyük bir emperyalistkapitalist kavganın ortasında kalmış olmamızdır.

Osmanlı tarihinde fetih-yağma karışımı bir tutumla yapılan yıllık seferler kesildikten sonra, kendini dışarıdan gelen saldırılara ve iç ayaklanmalara karşı korumak zorunda kalan Osmanlı Devletinin burnu savaştan hiç çıkamamıştır. 200 yıl süren, Türkleri Cezayir ve Yemen’den Afyonkarahisar’a, Viyana’dan Sakarya’ya, Bağdat ve Basra’dan Sivas’a, Ukrayna’dan Sinop’a getiren süreç acıklı bir yenilgiler tarihidir. Osmanlı varlığı ile eşdeş olan İstanbul-Konstantiniyye’yi de kâfirlere teslim ederek İmparatorluğu Vahdettin Beyliği’ne indirgedik.

Osmanlıcılar ‘Halife Vahdettin’in Sevr Beyliği’nin izleyicileri olabilir. Kurtuluş Savaşı bu sınırları Edirne’den Kars’a, Akdeniz’de Antakya’dan Rize’ye, yeniden uzattı. Bugün Türkiye sınırlarını savunma zorunluluğunu hissedenler Cumhuriyet Türkiye’sinin, zoraki de olsa, mirasçılarıdır.

Türkiye’de Vahdettin Beyliği’ne ‘evet’ diyecek bir aptal kaldığını sanmıyorum. Son Halife Medine’ye mi kaçtı? Ondan bunu beklemek biraz fazla olurdu ama, en büyük İslam devletinin son temsilcisi ve İslam Halifesi olarak, İstanbul’da kalsaydı, eminim Cumhuriyet onu öldürmeyecek kadar asil ruhlu ve hoşgörülü idi.

Osmanlı’dan kalan en büyük miras cehalettir. Her çağın cahilliği aynı değil. Kılık değiştirmiş bir bilgisizlikle çarpışıyoruz. Çağdaşlığın karşısında emperyalistlerin sömürü aracı olarak kullandığı insanlar var. Fesli, şalvarlı değiller. İmza atmasını da biliyorlar. Üniversite diplomaları da var. Bu yeni tür cehaletin doğası üzerinde aydınlanmak gerekiyor.

NEDEN EVRENSEL İNSANLAR ÇIKMADI?

Osmanlıların 19. yüzyılda birkaç kez açıp çalıştıramadıkları Darülfünun, fen ile din bilgisi arasındaki farkı anlayana kadar vefat etti. Osmanlı toplumunda bunları bilenler vardı. Fakat Osmanlı üniversitesinin tutucu zırhını, Avrupa’da olduğu gibi, kıramadık. Bu, Türk din kurumunun cehaletidir. Dünya ile karşılaştırma olanağı veren bir entelektüel düzeyi olmasa bile Osmanlı dönemi, aralarında pek çok Hıristiyan dönmesi de olan, yüzlerce düşünür, sanatçı, şair yetiştirdi.

Gelibolulu Mustafa Ali gibi bir tarihçisosyal gözlemci, Piri Reis gibi, yine Gelibolulu bir coğrafya gözlemcisi korsan reisi, Evliya Çelebi gibi, dünya çapında ve her konuya ilgi duyan, hikâyeci üsluplu bır coğrafya, folklor, dil gözlemcisi gezgin bir coğrafyacı, Kâtip Çelebi gibi bir tarih ve coğrafya araştırıcısı, ve Mizan-ül-Hak gibi bir sosyal gözlem incelemesi yapabilen bilge bir düşünür, bizdeki ilk matbaa’yı kuran İbrahim Müteferrika ve Sait Efendi gibi her dönemde uygarlık için yol gösterici olabilecek insanlar yetişti.

Eğer aralarında dünya standartlarına ulaşan kimse çıkmadı ise nedeni, Mizanül-Hak’da Kâtip Çelebi’nin söylediği gibi, medrese yobazlarıdır. Müderris’in en az bilgilisi İslamın en cahil toplumunda yerleşti. Bizim İslam tarihlerinde adı geçen hiçbir büyük düşünürümüz, din bilginimiz, filozof ya da bilim adamımız yok.

Büyük tarikatlerin içinde sadece Ahmet Yesevi Türk. Ama o da İran ve Türkistan’da. Oysa Arap ve İranlılar evrensel standartlara ulaşan bilim adamı, filozof ve şair yetiştirdiler. Bizim güzel bir divan şiiri geleneğimiz var. Gençliğimizde Fuzuli’den, Nedim’den beyitler ezberleyip güzel deyişlerle birbirimize caka satardık. Ama dünya Firdevsi’yi, Hayyam’ı, Hafız’ı, biliyor, fakat Fuzuli’den söz etmiyor. Gerçi dünyanın İslam’a bakışında bir eğrilik var, ama İstanbul, İslamı etkileyen kimse de yetiştirmemiş. Sadece Koca Sinan’ı evrensel bir statüde savunabiliyoruz. Başka alanlar boş. Kendimizi aldatmakta devam edersek, bu geleceği de karartan bir tutum olur. Kaldı ki Türkiye’de yayımlanan kitaplar ve üniversite ders kitapları bu geri kalmışlığı her gün yüzümüze çarpmaktadır.

HALKIN ŞİİRİ

Gençliğimde imza atana okuma bilen olarak bakılırdı. Halkın folkloru olmasa, divan şiiri birkaç uzmanın anladığı, günümüz gençlerinin yanına bile yaklaşmadıkları, kendi içine kapalı bir şiir okuludur. Konu açısından ise acınacak kadar dardır. Halkın hâlâ okuyabileceği şiir ise Türk aşiret süvarilerinin hâlâ akıncı olarak fetih ve yağma yaptıkları 14-15-16. yüzyıllardan kalmıştır. Dedem Korkut, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal’ı bugün gençler okuyup anlar. Baki ya da Nefi’yi ise anlayan çıkmaz.

Cumhuriyete gelene kadar çocuklara kendi edebiyatlarını ders programlarına koysak da öğrenmezler. Bu süreçte 400 yıllık bir dil boşluğu var. Bu yokluk, üniversite ve okul yokluğu ile de birleşerek, toplumsal cehaletin temel nedenlerinden birini oluşturuyor. Yüzlerce yılın edebiyat ürününe, düşüncesine ulaşamıyorsunuz. Bunu alfabe ile ilişkisi yok. Dille ilişkisi var.

Bu sorunlar dışında sonra Osmanlı’nın İslamlıkla ilişkisinin de doğru kurulması gerekir. Fatih ve Kanuni kanunnameleri dini değil, örfi hukuku ön plana getiren yasalardır. Osmanlıcılar bunun da farkında değiller. Oysa Osmanlı’nın yükselme dönemi bu kanunnamelere göre davranan sultanlar dönemine indirgenebilir.

OSMANLI NEDEN UZUN SÜRE AYAKTA KALDI

Geçmişe baktığımız zaman, Osmanlı’nın yapısal sarsıntılara ve 17. yüzyılda neredeyse sülalenin yıkılmasına neden olacak çöküntülere karşın ayakta kalmasını sağlayan başka nedenler olduğunu da düşünmek gerekir. Kanımca bu Türk göçerlerin fethettikleri ülkelerin halkı ile kurdukları simbiyotik yaşam geleneğine dayanıyor. Osmanlı da Gök Türkler, Hazarlar, Selçuklar gibi önce Anadolu halkı ile, sonra Akdenizli, Balkanlı ve Doğu Avrupalı halklarla simbiyotik bir ilişki içinde yaşadı. Hıristiyanların Müslüman olanları yanında olmayanları da imparatorluk nüfusunun her zaman büyük bir yüzdesini oluşturdu. Hıristiyan kiliseleri, patrikler, sinagoglar, hahamlar, Katolik kiliseleri, her dinden insan ve dil, Osmanlı İstanbul’unda yan yana yaşadılar. Ticaret yaptılar. Gemilerde birlikte çalıştılar.

Yeniçeri zaten Türk kökenli değildi. Görünüşte Bektaşi oldular ama, Türkçe bilgileri onu sadece bir Lingua Franca kadar (Hindistan ordusunun Urdu dili gibi) kullanmalarına yetebilirdi. Dinlerinin niteliği üzerinde, Bektaşi yorumu dışında bir şey söylemek zordur. Fakat, haremi, ordusu, halkının bir bölümü Hıristiyan olan kozmopolit bir ülkede bir İslam toplumu bizimki kadar oldu. İstanbul meyhanelerini dolduran, içki trafiğini kontrol eden, sarhoş yeniçeri hikâyeleri seyahatnameleri doldurur.

Osmanlı’nın en ünlü sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa’nın yeniçeri ordusuna katılmadan önce kilise korosunda şarkı söylediğini anımsamak, Osmanlı toplum yapısını yeteri kadar açıklar. Olasılıkla bu yapı ve Osmanlı devletinin başından itibaren Avrupa devletler sistemi içinde oluşu, Hıristiyan devletlerle (yani Dar-ül-Harp’le) yaptığı dostluk antlaşmaları, İstanbul’u dolduran yabancı sefirler, tüccarlar, mallar, sokaklarda konuşulan diller, Avrupa ile ticaret ilişkilerini sağlayan Yahudiler, sultanların çoğu Yahudi olan doktorları bazen doğudaki Müslüman devletlerin Osmanlı devletinin dini konusunda kuşkulu olmasına neden olmuştur. Hindistan’da Babüroğulları bunların başında gelir. Buna Safavi’lerin katıldığı da olmuştur. Bizim şeyhülislamlar da İranlıları ödürülmesi gereken kâfir ilan ediyorlardı.

Yine vurgularsak, göçer Türk’ün fethettiği toprakların insanlarıyla kurduğu simbiyotik yaşam deneyini İlk Osmanlı Bey ve sultanları yöntem olarak devletin kurgusuna yerleştirdiler. Göçer olmayan Osmanlının uzun yaşamı ona dayanıyor. Türkiye ve Türkçe varsa o hoşgörünün yapısından kaynaklanıyor. Gerisi Osmanlıca deyimi ile laf ü güzaf (boş söz) dür.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler