Türkçede içli bir "çıt" sesi: Enver Ercan şiiri

Düşen yaprağın altında kalacak denli kırılgan bir şairin, hayatın acımasızlığına ve kitapların kuruluğuna karşı yaratacağı iç dünya ve düş gücü, hayattan da kitaptan da varsıl olacaktır kuşkusuz. Enver Ercan da ilk kitabı “Eksik Yaşam”dan son kitabı “Türkçenin Dudaklarısın Sen”e bu varsıllıkla yaşadı. Dört kitabı da bu yalnızlık ve kırılganlıktan yapraklandı.

Yayınlanma: 26.02.2018 - 14:33
Abone Ol google-news

Sen sözcükler içinde uyu...
 
Bir renk, bir ses, bir çağrışım, kırık dökük bir imge, bir görüntü kalır bazı tanışma anlarından  geriye. Belki hayal meyal, sisler içinde bir iki yüz... Odaya yapışmış birkaç eşya, silinmiş zaman kırıntısı... Sonrası unutulur. Nerede, nasıl tanıştığınızdan çok, ne konuştuğunuz, ne konuşmadığınız anımsanır. Hele şiirse konuşulan, dünyanın sözünü kuyu ve mağaralara doldursanız da yine bir boşluk orada öylece bekler durur sözcüklerle, anılarla dolmak için.
O gün ışıyıp duran o boşluğu dolduramamıştık Enver’le. Varlık dergisinin Cağaloğlu Yokuşu, Edes Han’daki yazıhanesine uğramıştım elimde Varlık’ta yayımlanacak ilk şiirimle. 1992’nin serince bir güzü. Demek ki yirmi altı yıl. Yine de dün gibi belleğimde o akşamüstü. Şiiri aldı, tarttı ve bana döndü: “Şu dizedeki ‘mülteci’ sözcüğü, bu lirik şiir için biraz eski değil mi?” diye sordu. Düşündü, sonra “Peki, kalsın” dedi. “Mülteciden başka bir sözcük de karşılamıyor sözdeki çaresizliği.” “Mülteci bir ay yalnızlığı akşamın eşiğinde”ydi dize.
Bir eke takıldı sonra “Bu ek fazla değil mi?” diye sordu yeniden. Ek fazlaydı ve “dokundukça bembeyaz parmak uçların” dizesindeki “uçlarının” sözcüğünden son ek uçtu ve dize, şiire “dokundukça bembeyaz parmak uçları” diye oturdu. Söz, daha çoğul bir çağrışım edindi. Şiir, bu değişikliklerle yine o güz sonunda ‘Çünkü Aşk Vardır’ adıyla yayımlandı Varlık’ta. Sonradan Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman kitabından öğrendim ki Enver de aşk şiirleri yazıyormuş o sıra. Biraz da aşktan konuştuk. Gençtik, aşktan ve şiirdendi yaralarımız.
Enver’le kaşla göz arasında “aşk matinesi” ve “şiir atölyesi” yapıvermiştik. Şiirime sevgisi, yakınlığı ve önerileri göstermişti ki “sözcük”, Enver’in de atasıydı. Mallarme’nin “şiir, sözcükler dinidir” ve “şiir, duygularla değil, sözcüklerle yazılır”, Cemal Süreya’nın, “şiir geldi, kelimeye dayandı” sözleri, Enver Ercan’ın şiir bilgisinin ve görgüsünün de  anahtarıydı.
 
“SÖZE TUTSAK” ŞAİR
Önce şiirin değil, sözcüklerin koklanması gerektiğine inanmıştı hep. Şiir nasıl olsa gizlendiği yerden çıkar gelirdi. Bunun için de o, şiiri değil, şiir onu aradı. Esine inanmadı. Esin denen şeyin bir şiir birikimi olduğunu biliyordu. Bu birikimin de şiiri düşündüğü her an, kendisine şiirin kapılarını ardına kadar aralayacağını görmüştü. Bir kolaysama gibi görünmesine karşın onun şiiri daha ilk kitabıyla bir yol görgüsü edindiği için üslup dediğimiz şiirsel farklılığı da ilk kitabıyla kurmuştu. Son kitabı Türkçenin Dudaklarısın Sen’i hastalığın gemi azıya aldığı o yoğun, sıkıntılı günlerde iki ay gibi kısa bir sürede yazması, onun birikimi şiire nasıl dönüştürdüğünü de gösterir. 
Kimi şairleri şiirlerinden öte, sözcükleri ele verir. Enver’in şiirinde seçilen sözcüklerden çok “sözcük”ün kendisine verdiği ağırlık, ayırıcı bir özellik gibi görünebilir. Özellikle Geçtiği  Her Şeyi Öpüyor Zaman ve Türkçenin Dudaklarısın Sen kitaplarında bu kullanım çok belirgin. İki kitapta da “sözcük”, sözcüğü, değişik bağlamlarda şiirlerde birleştirici öğe. Bunun için Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman’da bir aşk ertesi kederini, yalnızlığını sözcüklere yükleyerek silmeye çalışır şair. Bölümlere ayırdığı uzun şiirin bir yerinde şöyle der:
 
“aslolan sözcüklerdir
                          tabii
gerisi elbette gevezelik
hadi okuluna yazdır beni
bugün harfleri sen dağıt
dilin gurbetindeyiz nasıl olsa
                            söze tutsak
hangi tümceye başlasak
                                     - çıt!..”
 
Ercan’ın şiiri, Türkçenin gurbetinde olmadı hiç, dili onun anayurduydu ama şair, “söze tutsak” olduğunu kendisi de söylüyor. “Aslolan sözcükler”in tutsaklığıydı, “gerisi gevezelik...” Şu gevezelik meselesi, Enver Ercan şiirinin başka bir algısını da imliyor aslında. Enver, şiirde gevezeliği, kof, boş sözü, imge hamallığını hiç sevmedi. Şiir yalın ve “ev içi” olmalıydı. Bugünün şiirine “mahalleleşme Türkçesi” önerir gibiydi. Bu ev ve sokak diliyle özgün bir şiir yaratmak için çok sabırlı ve titiz davrandı. Çok şiir yazmamasını, “şiir sabrı”nı bu “şiir özeni”ne bağlayabiliriz. Enver’se az şiir yazmasını, şiirle zaman zaman arasını açmasını, hayatın günlük hayhuyuyu, geçim derdiyle beraber “sokağa şair olarak çıkabilmek için” diye özetliyor. Şiirine güveninin de altını çiziyor bu söz. 

Az, öz, yalın ve kimileyin felsefi, özdeyişsel, aforizmatik bir söylem... Özellikle son kitabı Türkçenin Dudaklarısın Sen’deki fıkra dili, durumdan şiir yaratma, çocuksu dervişlik... Eskilerin sehli mümteni dediği, kolay kurulabilirmiş gibi görünen ama yalın-derinlikli bir şiir örgüsü... Süssüz, cıvıl cıvıl, doğal bir Türkçe... Bu yüzden şiirini retoriğe, abartılı, yaldızlı, çın çınlı hayallere boğan şairler için o hınzır, bıyık altı gülümsemesiyle “Hayatı yok ki şiiri olsun!” derdi. Ona göre şiir, hayata fena hâlde benzemeliydi.  
 
“ACITAN BİR ŞAİRİM...”

Konuşmalarımızda çoğunlukla üzerinde durduğu konulardan biri de “şiir ve hayat ilişkisi”ydi. Gündelik hayatı şiirinin derdi kılmayanın şiiri olmayacağını, olsa da kalmayacağına inandı. Gündelik hayat dediği, şairin içine doğduğu hayatın şiirinde “hayat bulması”, şiirinin hayata, hayatının da şiire benzemesiydi. Bu yüzden İlhan Berk, “Her adam şiirlerine benzemez ama sen benziyorsun” demişti Enver için. Enver’in de
 
kalp kırmak istemem ama
her şiir sahibine benzer
kimi daha yazılırken
teslim eder ruhunu
kimi ölü bile
geçirilemez ele” demesi bundandı...
 
İçtenliğin ve alçakgönüllüğün şiirin kurucu ögelerinden olduğunu biliyordu. Böyle davranmayan şairlere kızgınlığını göstermekten kaçınmıyordu. Bir söyleşisinde “Bir şiiri yazarken beklendiği gibi değil, istediğim gibi davranıyorum. Verili edebiyat söyleminin dışına düştüğüm oluyorsa sevinirim buna. Okurun ve edebiyat ortamının duyarlığını okşamak gibi bir niyetim yok çünkü. Evet ‘haddini bilmez’ bir yanım var; farkındayım bunun ama laf aramızda en hoşuma giden tarafım da bu” demişti. 
Kendi gelgitlerini, parçalanmalarını, savrulmalarını, çelişkilerini kabul etmesini de duyarlılığıyla ve içtenliğiyle açıklıyordu. Şair, parçalanabilir, dağılabilir ama hayata karşı “yeter ki rol yapmasın” diyordu. Şiirinin hüzünden sevince, sevinçten hırçınlığa gidip gelmesiniyse “Acıtan bir şairim... çünkü canım acıyor...” diye açıklıyordu.

Şairin canını acıtan kişisel dertleri olmadı hiçbir zaman. Kendi hayatını “ti’ye almayı”, “kendisiyle dalga geçmeyi” karşılayacak kadar matrak ve dobraydı. Onun canını acıtan “dünya ağrısı”ydı. Canını acıtan, başkalarının hayatının çöken çağ cehennemiydi. Bu sıkıntıyı, şiirinde politik çağrışımlarla çok fazla belirlemese de toplumsal ilişkilerinde fazlasıyla gösterdi.

Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanlığını yürütmesi de bu sorumluluğun ve duyarlılığın önemli bir parçasıydı. Bu süreci üç dönem, altı yıl beraber yaşadık. Ülkenin ve dünyanın başına gelenlere karşı vicdanını sokağa çıkarmak için nasıl çırpındığının gece gündüz tanığıydım.             

Hiçbir şeyi önemsemiyormuş gibi görünmesinin arkasında, her şeyi gören bir tutum gizliydi. Bu edayı şiirinde de eksik etmedi. Dışa dönük gibi görünse de mahçup, hüzünlü, incelikli, lirik bir şiir kurdu. Şu lirik sözcüğü üzerinde durmak gerekir belki de. Varlık’a götürdüğüm şiirim üzerine konuşurken Enver’in sözlerinden altını çizdiğim sözcüklerden biri “sözcük”se diğeri “lirik-lirizm”di. En fazla bu iki sözcüğü kullanmıştı sohbetimizde.

Sıcak şiirin, lirik şiirin, harcı olan duygu, Enver’in şiirinde hep ironiyle birleşir. Sadece duyguyla yazmadı şiirini. Lirik-karşıtlık, şiirinde baskın. Bu lirik-ironik karşıtlık, çoğunlukla şiirsel buluşla, kurguyla ve zekâyla örülü. Bir öyküsü olan birçok şiirinde yoğun lirizm ve görsel imgeler, şiiri öykü dilinden uzaklaştırır. Bu şiirlerinde kimi zaman birinci tekil (şair-özne anlatıcı) kimi zaman da üçüncü tekil gözlemci anlatıcıdır. ‘Sürçüyor Zaman’ da ‘Gece’ şiirinde bu şiiri kendi ruh hâli üzerinden şöyle gösterir:
 
“tuhaf bir adamsın vesselam
 canını sıkan bir sokağı
 boyuyorsun da
                          kırmızıya
bir yaprak düşse dalından
altında kalıyorsun
 
hiçbir şeyin uymuyor kitaplara.”
 
Düşen yaprağın altında kalacak denli kırılgan bir şairin hayatın acımasızlığına ve kitapların kuruluğuna karşı yaratacağı iç dünya, düş gücü, hayattan da kitaptan da varsıl olacaktır kuşkusuz. Enver de ilk kitabı Eksik Yaşam’dan son kitabı Türkçenin Dudaklarısın Sen’e bu varsıllıkla yaşadı. Dört kitabı da bu yalnızlıktan, kırılganlıktan yapraklandı.

Yine ‘Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman’ şiirinde bu “yaratıcı yalnızlığı” bir miras gibi bıraktı bize:
 
kendime baktım da camda
aşk artık yüzümde
            tek kat boya
 
en sevdiğim pencerem yitti
onunla birlikte
           cumartesiler, pazarlar, sokaklar yitti
bense günlerdir
       yerini yadırgayan bir sözcük gibi
kabzası parlayan şu yalnızlığa
iki kurşun sıksam
iyi gelecek sanki.”
 
“Ben şiirimi yazarım, sonsuzluk varsa gider” diyordun sevgili kardeşim. Sözcükler taşımaya başladı bile seni sonsuzluğa.
Türkçenin Dudaklarısın Sen kitabını ‘Mustafa Kardeş, Her şey Güzelecek!’ diye imzalamıştın Varlık’taki tanışmamızdan yirmi dört yıl sonra.
Dünyayı soruyorsan Cemal ağabeyinin deyişiyle “kan var bütün kelimelerin altında” hâlâ ama bir gün “her şey güzelecek” Enver Kardeş.   
Sen sözcükler içinde uyu, bizi düşünme!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler