Üstüngel Arı'dan 'Y.Ü.K.'

Bir birliktelik öyküsü okuduğumuzu sandığımız anda bir yalnızlık öyküsü okuduğumuzu hatırlatıyor okuruna Üstüngel Arı romanı “Y.Ü.K.”te. Yalnızlık ülkesinin kralı Başar’ın öyküsü, ‘Kral çıplak!’ öyküsünü hatırlatıyor.

Yayınlanma: 04.12.2016 - 17:13
Abone Ol google-news

Kral yalnız!

“Bu kitaptaki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Ben bile,” diye başlıyor Üstüngel Arı’nın yeni romanı Y.Ü.K. Bu yüzden, bir yeraltı edebiyatı yazarı olarak tanıdığımız Üstüngel Arı’nın ikinci romanında birtakım kurgu oyunlarına başvurup başvurmayacağını merak ederek başlıyoruz bu esere. Yazarın 2014’te yayımlanan ilk romanı Hikâyesi Olan Ölüler, ölüm ve intikam temalarıyla derdi olan, karanlık bir anlatıya sahipti. Sokak kültürünü konusuna yediren, popüler kültüre sık sık atıfta bulunan, Kadıköy ve Beyoğlu atmosferini solutan, bir yandan da politik göndermelere yer vermeyi başaran bir ilk romandı bu. Bu özelliklerin hepsini yeni romanda da görmek mümkün, hatta eksiği yok, fazlası var diyebiliriz. Yine aynı “yeraltı” dünyasını, insanın suçlu ve masum tarafları arasındaki kavgayı, ölme isteği ve yaşama arzusu arasında sıkışan kahramanların trajik öyküsünü anlatıyor yazar Y.Ü.K.’te.

Rahatsız eden, yabani ve sert bir tarafı da var bu romanda anlatılan trajedinin. Acıma hissi ve korku iç içe geçiyor biz kahramanlara yaklaşıp içlerine girdikçe. Tek kelimeyle özetlemek gerekirse “sert” bir öykü bu. Genellikle ifade etmekten kaçındığımız, hiç olmamış gibi yaptığımız, inkâr etmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz eylemlerle, hislerle, kararlarla dolu bir roman. Yalnızlık ve ilişkiler üzerine ama romantik değil; işkence, cinayet ve ölümle dolu ama polisiye değil; intihar arayışı ve melankoli üzerine ama istismar edebiyatı değil… Kaybedenlerin öyküsünü anlattığı için yeraltı edebiyatı diyerek kestirmek atmak da yetersiz. Döneminin, neslinin, şimdi ve burada olan gerçeklerin bir anlatısı. “Sert” olmak zorunda o yüzden. Y.Ü.K. bu sertliğe kulak verip “çağdaş” derken korkmamamız gereken bir roman.
 
“ZAMANI, İLERLEDİKÇE KAYBEDERDİN”

Kahramanımız Başar’ın hapisten çıkmasıyla başlıyor öykü. Dokuz yıldır içeride olan Başar, adeta zaman makinesiyle geleceğe gitmiş gibi hissediyor çıktığında. Evine geri dönüp de kapıyı çaldığında “Kim o?” sesi yükseliyor içeriden. İşte böylece asıl hikâye, Başar’ın geçmişine, kimliğine yolculuğu başlıyor. Dokuz yıl öncesine dönüyoruz. Kim bu Başar ve başaramadığı ne?

Yirmili yaşlarında intihar etmeye karar veriyor kahramanımız. Tam intihar girişimi sırasında karşı balkondaki Yasemin’le tanışıyor. Yasemin, onu intihar etmemesi için ikna etmeye çalışan biri olmadığı gibi, onunla birlikte kendi hayatından da vazgeçebileceğini gösteriyor, çünkü hayatının bir anlama ihtiyacı olduğunu belirtmeye çalışıyor. Üstüngel Arı, ilk romanında olduğu gibi burada da hayatın anlamının ölümden bağımsız düşünülemeyeceğini yansıtıyor. Kendisini sürekli sorguluyor Başar. Neden yalnız bırakıldığını ya da neden yalnız olmayı seçtiğini çözmeye çalışıyor. Hayatını ölüm fikriyle oyalıyor sanki. “Hayatı kovalamaktan yorgun düşen insan, nasıl durdururdu zamanı? Ölerek mi?” Tek çarenin ölüm olması ve intiharın da bir “kaybeden” tarafından verilen bir karar olması, ölüm fikri ile özgürlüğü de birleştiriyor. Kaybeden bir kahramanın başarabileceği tek bir şey var belki de: İstediği zaman ölmek. Bu da, istemediği zaman yaşamak zorunda kalan, görev icabı nefes alan birinin isyanı gibi adeta. Yazar, zaman kavramını, ölüm ve hayat, kaybetmek ve başarmak arasında önemli bir anahtar olarak kullanıyor sıklıkla: “Sen dururdun, giden giderdi. Giden seni terk edip gittiği için sen orada durmaya devam ederdin. O, sen orada durmaya devam ettiğin kadar gitmiş olurdu; ne kadar durursan o kadar giderdi. Bu haliyle geride bırakılmak, bir kaybedişti. Çünkü bir şeyler geride kalıyorsa bu, bazı şeylerin ilerlediği anlamına gelmeliydi. Zamanı, ilerledikçe kaybederdin. Zaman ilerledikçe kaybederdin. Zaman sana durmuş gibi geldikçe, kaybetmeye hiç olmadığı kadar hızlı devam ederdin.”
 
BİR YALNIZLIK ÖYKÜSÜ

Hayatın ölümden bağımsız ifade edilememesi bir klişe elbette. Dünya edebiyatına baktığımızda, ister popüler örneklerde ister klasiklerde olsun, ölümün ve yaşamın böyle bir ilişkiyle altüst edilmesine alışığız. Hayatın bir yük olarak yaşanması, ölümün çok kolay bir şeymiş gibi düşünülmesi, zamane kahramanlarının trajedisini gösteriyor. Çok uzun zamandır aynı öyküyü anlatmaktan ve dinlemekten bıkmadığımızı da gösteriyor bu. Ölüm gibi büyük bir bilinmezi, boş bir kümeyi sanki gündelik yaşamın küçük bir ayrıntısı gibi sunmak, hayatı da dünyanın en ağır yükü gibi düşünmek, günümüz bireyinin portresinin de bir “kaybeden” olarak çizilmesi vazgeçemediğimiz bir masal. Ama gerçek bir masal bu. Bu romanda olup bitenleri “olur şey değil” diyerek okumuyoruz bu nedenle.

Üstüngel Arı’nın bizi şaşırttığı nokta ise, Betina adlı kadın karakterin ortaya çıkıp romanın asıl kahramanına dönüşmesiyle ilgili. Yasemin bu romanın ikincil bir karakteri, Betina ise romanın ikinci yarısında asıl kahraman haline geliyor. Başroldeki anlatıcımız Başar, yavaş yavaş geri çekiliyor ve asıl okuduğumuz öykünün Betina’ya ait olduğunu sezmeye başlıyoruz roman ilerledikçe. İşte bu, eserin beklenmedik hamlesi. Halbuki Betina’nın öyküye girişi de Yasemin’inkine benziyor. Bu kez intihara yakın olan Betina iken, onu yaşama geri getiren Başar oluyor. Tabii bu bir “başarı” mı, işte orası tartışmaya açık. Ayrıca Başar’ın başarısı ve başarısızlığı sürekli romanın gündemindeyken ve hatta kahramanın ismi de –Başar Issız– bu tartışmadan hareketle esprili bir şekilde seçilmişken, söz konusu başarının aslında Betina’yla ilgili olması, romanın odağında bir kaymaya neden oluyor. Kaybeden bir erkeğin melankolik hikâyesini okuyacağımızı sanırken, kaybeden bir kadının intikam hikâyesini okurken buluyoruz kendimizi.

Zaman kavramının önemli bir rol üstlenmesinin yanında, “ceza” kavramı da kahramanların dünyalarına girmek için açılması gereken bir kilit olarak karşımıza çıkıyor. Yüzeysel olarak baktığımızda, hapishaneden çıkan Başar’ın aslında oraya nasıl düştüğünü okuduğumuz belli. Derinlere indiğimizdeyse, hayatın kendisinin bir cezaevi olması, Başar ile Betina’nın en önemli ortak noktalarının da hapishaneden ibaret bir dünyada yaşadıklarını fark etmeleri, romana girip çıktıkları noktaların da ya ceza çekme ya da cezalandırma üzerinden anlatılıyor olması, romana yerleşmiş olan sertliği temellendiriyor.

Yazının başında bahsettiğimiz türden bir kurgu oyunu da romanın finaline doğru çıkıyor karşımıza. Yazar ile kahramanının karşılaştığı bölüm, kısa fakat yerinde bir sahne. Finalde yazarın devreye girmesi, bize kurmaca bir şeyin içinde olduğumuzu hatırlatıyor ama eğlence olsun diye yapılmış bir kurgu numarası değil bu. Hatta yazarın bire bir orada, sayfada olması, kurgunun gerçekliğini, sertliği artıran bir unsur.

Bir birliktelik öyküsü okuduğumuzu sandığımız anda bir yalnızlık öyküsü okuduğumuzu hatırlatıyor bize yazar: “Bayrağını yıllar önce çorak bir araziye diktiğim ülkemin tek vatandaşı ve tek kralıydım.” Yalnızlık ülkesinin kralı Başar’ın öyküsü, “Kral çıplak!” öyküsünü hatırlatıyor. Romanın gösterdiği gibi, birileri çıkıp, krala yalnız olduğunu söylemeyeceğine göre, kişi kendi yalnızlığını kendisi keşfedebilir ancak. İşte bu, insanın taşıdığının farkında olup olmadığını sorgulaması gereken bir yük.
 
Y.Ü.K. / Üstüngel Arı / Mylos Kitap / 306 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler