Varlığını kanıtlamaya çalışan bir siyasetçi

Leyla Zana Kürt hareketinin içinde tek başına duran bir figür. Ne tek bir partiyi, ne de tek bir örgütü temsil ediyor. Yok sayıldığı bir ülkede varlığını kanıtlamaya çalışan bir kadının mücadelesi onunki.Bir haysiyet mücadelesi. Leyla Zana’yı nasıl gördüğünüz, hikâyenize ve mayanıza göre değişir.

Yayınlanma: 21.11.2015 - 21:29
Abone Ol google-news



Yeni ve yeniden bir yemin krizimiz var. HDP Ağrı Milletvekili Leyla Zana, milletvekili yeminine Kürtçe “Onurlu ve kalıcı bir barış umuduyla...” sözleriyle başladı; “büyük Türk milleti” yerine “büyük Türkiye milleti” demeyi tercih etti. Meclis Başkanı sıfatıyla Deniz Baykal, Zana’nın“metni değiştirdiğini” söyleyip yemini geçersiz saydı.

Leyla Zana ısrarcı, tekrarlamayacak yeminini. Deniz Baykal da ısrarcı...

Filmi azıcık geri saralım, beş ay öncesine gidelim.

23 Haziran 2015, yine Deniz Baykal oturuyor başkanlık makamında. Ve Leyla Zana, yine “büyük Türkiye” diyor yemininde. Ve Murat Sevinç’in www.diken. com.tr’de yayımlanan isabetli yazısında hatırlattığı gibi, “o kürsüde bulunmasının tek nedeni ‘hayatta kalması/sağlıklı beslenmesi” olan Baykal, hiçbir itirazda bulunmuyor.

Şimdi Zana’ya “Neden?” diye sorup duranlar aynı soruyu Deniz Baykal’a da yöneltseler keşke... İnsan hem hayret hem de merak ediyor.

Bu arada Baykal’ın itirazı üzerine sevinç nidalarını saklamayan AKP’li vekillere de üzücü bir haberim var: Hiçbir konuda yorum yapmaktan kaçınmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuda görüş vermesini isteyen muhabirlere cevabı beklenmedikti: “Benden almayın”.

Tek başına bir figür

Erdoğan’ın Zana’ya karşı tavır almaması sürpriz sayılmaz. 2012’de Hürriyet gazetesine barış sürecine dair verdiği söyleşide “Bu işi Erdoğan’ın çözeceğine inanıyorum. Şimdi hepimizin yapması gereken, hepimizin başbakanın sorunu çözmesinde yanında olduğumuzu ona hissettirmemiz, onu teşvik etmemizdir” diyen Zana; Kürt hareketinde rahatsızlıklara yol açan bu söyleşiden kısa süre sonra da Erdoğan ile makamında görüşmüştü.

Leyla Zana’yı nasıl gördüğünüz hangi gözlükle baktığınıza bağlı. Onun hakkında okuduğunuz her satırı aynı anda özgürlük arayışına da yorabilirsiniz, ülkeyi bölme emellerine de...

Erdoğan’ın başkanlık hedefine destek verdiğini de düşünebilirsiniz, devlet yapısının kişilerden bağımsız olarak değişmesi için çaba gösterdiğini de...

Yeminini tekrarlamamakta ısrar ederken şov yaptığını da düşünebilirsiniz, haysiyetini koruduğunu da...

Hangi tarafta olduğunuzu hem hikâyeniz hem de mayanız belirler.

Birdenbire yapayalnız

Leyla Zana’nın hikâyesi 1961’de Silvan’ın bir köyünde başladı. Kız çocuklarının hesaba katılmadığı, yedi çocuğu olan babasının yalnızca oğlundan söz ettiği bir evde büyüdü. Devlet Su İşleri’nde memur olan babanın, art arda kız çocuk doğuran karısına çektirmediği eziyet kalmamıştı. Varlıklarıyla yokluklarını ayırt etmediği kızlarının okumasına da izin vermedi.

Kendisinden 21 yaş büyük akrabası Mehdi Zana ile evlendirildiğinde 14 yaşındaydı Leyla.

Hayatında hiçbir seçimde söz hakkı yoktu, evlenirken de olamazdı. 1970’ler Türkiye için kolay bir dönem değildi. Gerçi hangi dönem kolay olmuştu ki? Henüz bir Kürt hareketi yoktu, ileride bu hareketin kurucuları olacak gençler sol örgütlenmelerde arıyorlardı adaleti. 1971’de Devrimci Doğu Kültür Ocakları üyesi olarak tutuklanan Mehdi Zana, cezaevinden çıkar çıkmaz kıyıldı nikâhları.

Mehdi Zana 1978’de Diyarbakır Belediye Başkanı seçildiğinde Leyla 17 yaşında ve bir çocuk annesiydi; 12 Eylül sonrası tutuklandığında ise kızı Ruken’e hami- leydi. 19 yaşındaydı, hayata dair hiçbir şey bilmiyordu ve kocası 35 yıl ceza almıştı.

İlk bir yıl durmadan ağladı, gözpınarları kuruyana kadar... Cezaevine gidiyor, Mehdi’yi görüyor, bu hayatı iki çocukla yalnız başı- na nasıl sürdüreceğini düşünüyordu.

Cezaevine gidip geldikçe sandığı kadar yalnız olmadığı- nı görmeye başladı. Hiç tanımadığı o insanlarla aynı kaderi paylaşıyordu. Kaderi, kimliğiydi.

İlk kez orada “Ben Kürtüm” dedi. Yıllar boyunca bir yara gibi taşıdığı o kimlik, şimdi yarasına merhemdi sanki. Anlamak istedi. Kimliğini, neden bunca yıldır bu kimliği sandıklara sakladığını, kocasının neden hapiste olduğunu, neden devletin ona işkence ettiğini, neden defalarca ziyaret gününden onu göremeden dönmek zorunda kaldığını... Okudu, okudu, okudu. Önceleri tek kelime anlamasa da, Türkçesi yetmese de, politik bilinci elvermese de okudu. Erkenden bittiğini sandığı bir eşikte, yeniden başlamıştı hayatı.

‘Önce insan, sonra Kürt’

1988 yılında cezaevinin önünde yaptığı bir protesto nedeniyle tutuklandı. Gözaltında kaldığı ilk bir hafta boyunca işkencenin her türlüsüyle tanıştı. İnsanın insana yapacağı kötülüklerin sınırı olmadığını orada öğrendi.

İçinden geçtiği bu cehennemden üç yıl sonra Meclis’te, kürsüde duruyordu. Seçime SHP listesinden giren HEP’lilerden biriydi.

Yemin töreninden hemen önce söyleşi verdiği Nuriye Akman’a kendisini “önce insan, sonra Kürt” olarak tarif etti.

Bu tarifin ardından gelen “Kendinizi Türk hissetmiyor musunuz?” sorusuna cevabı netti: “Hayır, kesinlikle. Türkçeyi 1984’te cezaevi kapılarında öğrendim. Ben sonuna kadar Kürtüm. Anam tek kelime Türkçe bilmiyor. Sen kendini Kürt olarak hissedemiyorsan, ben de öyle Türk hissetmiyorum. Ama Türk halkına da sıcak bakıyorum. Hepimiz insanız. Ama bugün zor altında, cop altında olan bizleriz.”

Kendini Türk hissetmediğine göre yemin metninde değişiklik yapıp yapmayacağına dair soruyu ise “O yemin elbette ki içilecek” diye cevapladı, “Benim için çelişkidir ama anayasal bir zorunluluktur.”

6 Kasım 1991 günü yemin etmek üzere kürsüye çıktığında diğer partilerin vekilleri Meclis sıralarına vurmaya, yuhalamaya başlamıştı. Başına taktığı kırmızı- sarı-yeşil örgülü bant için “İndir o bayrağı” diye bağırıyorlardı. Onun dilinden “insan hakları ve hürriyetleri için... “ sözleri çıkarken sıraları yumruklayanların başında Süleyman Demirel geliyordu. Yemini olduğu gibi okudu ve

“Minvêsondêjibogelêkurd û gelêtırkxwend” (“Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum”) cümlesiyle tamamladı. Ortalık karıştı.

Meclis Başkanı Ali Rıza Septioğlu onu yeminini tekrarlamaya çağırırken “Bir şey anlamadım” diyordu. Şeyh Sait’in torunu olan Septioğlu Kürtçeyi unutmuştu bir anda... Bir de şart koştu Zana’ya: “Önce sözümü geri alıyorum de”. Geri alınanın yalnızca bir söz değil, Türk ve Kürt halklarının kardeşliği olduğu 90’lar boyunca kanıtlandı.

Zana’nın yaşamöyküsünü “Yemin Gecesi” adıyla kitaplaştıran gazeteci Faruk Bildirici, yemin törenini onun hayatındaki kırılma noktalarından biri olarak tanımladı.

‘Anlık çözümlere inanmıyorum’

Törenden üç yıl sonra daha büyük bir kırılma noktası kapıdaydı. 1994 yılının 2 Mart’ında ABD’de yaptığı bir konuşmada Kürt kimliğinin tanınmasını, Kürt kökenli siyasal partilere tam anayasal ve yasal haklar verilmesini istediği gerekçesiyle Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak ile birlikte dokunulmazlığı kaldırıldı. 4 Mart’ta polis Meclis’e girip onları gözaltına aldı.

Onlar Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konulurken Anayasa Mahkemesi de partiyi kapattı. 8 Aralık 1994 tarihinde Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından “PKK talimatları doğrultusunda bölücü faaliyet yürüttükleri” iddiasıyla 15’er yıl ağır hapis cezasına mahkum edildiler.

2000 yılında Avrupa’nın baskıları sonucunda Zana’nın sağlık durumu nedeniyle tahliyesi gündeme geldi. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e yazdığı mektupta, “İnsancıl nedenlerden kaynaklandığını umduğum teklif ya da önerinize teşekkür ediyor ve bunu gündeminizden çıkarmanızı diliyorum. Ağır hasta olmalarına rağmen tedavileri dahi yapılamayan onlarca, yüzlerce insan var” diyordu. “Köklü sorunlara getirilen anlık çözümlere” inanmadığını söylüyordu.

2004’te, on yıl sonra cezaevinden çıktığında Avrupa Parlamentosu’nun düşünce özgürlüğü ödülü Sakharov dahil pek çok uluslararası ödül almış; Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmişti. 2007’de yeniden hapis cezasıyla karşı karşıya geldi.

Diyarbakır’daki Nevruz etkinliğinde Abdullah Öcalan, Mesut Barzani ve Celal Talabani’yi kastederek sarf ettiği “Kürtlerin üç lideri var. Bu üç lidere minnet borçluyuz” sözleri ona “terör örgütünün propagandasını yapmak” suçundan iki yıl hapis cezası getirdi.

Ceza ertelendi. Bu sözlere propaganda değil de sosyal bilim boyutuyla yaklaşmayı tercih edenler Zana’nın Kürt hareketine hangi perspektiften baktığını görebilirlerdi.

Nitekim Al Jazeera’den Gonca Şenay’a konuşan Muhsin Kızılkaya, Zana’nın “Kürtlerin farklı anlayışları arasında ‘düşmanlıkları’ ortadan kaldırma misyonunu üstlenmiş bir siyasetçi” olduğunu söylüyordu. Avukat Emin Aktar ise “Kürt kadını kendi temsilini onda görüyor” diyordu; “Hayatından öğrendiklerini topluma geri veriyor. Leyla Hanım Kürt siyasi hareketinin ya da PKK hareketinin organik bir parçası değil. Örgütsel bir yapı içinde bir insandan söz etmiyoruz, hiyerarşik bir ilişki varsa bunun içinde değil”

Takkeler düştü

Leyla Zana ilk yemin töreninden tam 20 yıl sonra, 2011’in 30 Eylül günü yeniden Meclis kürsüsündeydi. Yemininde tıpkı bu yıl yaptığı gibi “büyük Türkiye” ifadesini kullanmış, Meclis Başkanı Cemil Çiçek en ufak bir itirazda bulunmamıştı. Zana ise “Bilinçli söylemedim. Ağzımdan öyle çıktı. Planladığım bir şey değildi. Demek ki bilinçaltı” açıklamasını yapmıştı.

“Büyük Türkiye milleti” demekteki kararlığı, yalnızca onun boyun eğmeyen karakterinin nişanesi olmakla kalmadı. Takkeleri tek tek düşürdü.... Hırsızlık, yolsuzluk, devlet şiddeti, insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda kendine taraftar bulmakta zorlanan “kanun”, içinde yüz yıllık tarih taşıyan üç harf karşısında bir mızrak gibi elden ele dolaştı.

“Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz” günlerde yerlerinden çıkarılmak üzere itinayla saklanan o cümleler yine ortaya döküldü: “Beğenmiyorsa defolsun bu ülkeden”, “Bu coğrafyada tarih boyunca oynanan oyunları herkes görmeli”, tezgâh, tuzak, dış odaklar, şov...

AKP Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ ise hakarette yeni bir çığır açtı: “Bu zaten affedersin ilkokul mezunu bir kadın”...

Demiştim ya, Leyla Zana için ne düşündüğünüzü hikâyeniz ve mayanız belirler. Söylediğiniz her sözde, kendinizden ipuçları var.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler