Yazar gözüyle Milli Mücadele

Çöküşün, işgalin, millî mücadelenin, savaşın ve kurtuluştan kuruluşa geçen sürecin gerçekliği, yeni kuşak romancıların da ilgisini çekmekte. Bu dizide öne çıkarmak istediğim dört romancının (Şemsettin Ünlü, Ahmet Altan, Buket Uzuner, Ahmet Ümit) tarihsel romanlarında gözlediklerimiz de budur.

Yayınlanma: 25.08.2015 - 23:33
Abone Ol google-news

Romancıyı tarihçiden ayıran en temel yan; olguların neden/ niçinlerini araştırmak, doğurduğu sonuçları göstermek değil; tam tersine kurgulayarak yeni bir bakış/yorum getirmektir o dönemsel gerçekliklere...

Burada “tarihi” olanla “tarihseli” ayıran ince çizgi şudur:

Tarihi roman yazan, kronolojik tarihten beslenir, tarihsel kahramanları olay ve durumları gerçek kılarak; hatta zaman zaman da abartarak anlatır. Oysa tarihsele başvuran romancının çıkış noktasında, kendi yarattığı insan, tarihsel gerçekliklere kendi bakışı/yorumu ve estetik anlayışı egemendir.

Bu dizide öne çıkarmak isteğim dört romancının (Şemsettin Ünlü, Ahmet Altan, Buket Uzuner, Ahmet Ümit) tarihsel romanlarında gözlediklerimiz de budur.

Tarihi ile tarihsel

Tarihten söz eden, tarihi bir fon olarak kullanan ya da tarihsel olaylar/ kişiliklerden yola çıkarak bir roman dünyası yaratmaya çalışan romancıların önemli bir bölümü “dönem romanı” yazmak için yola çıkmıştır. Burada “tarihi” olanla “tarihsel”i karıştıranlar olduğu gibi tamamen ayırıp tarihi bir araç kılan, bunun üzerinden yaşanan güne/zamana göndermelerde bulunan bir bakışı kuşananlar da vardır.

Örneğin; Abdullah Ziya Kozanoğlu, Oğuz Özdeş, Bekir Büyükarkın, Feridun Fazıl Tülbentçi, Nihal Atsız, İskender Pala gibi romancılar “tarihi” bir amaç kılarak yazarlar.

Oysa Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mithat Cemal Kuntay, Nahit Sırrı Örik, Peyami Safa, Kemal Tahir, İlhan Tarus, Tarık Buğra, Samim Kocagöz, Attilâ İlhan, Erol Toy, Şemsettin Ünlü, Reha Çamuroğlu, Gürsel Korat, Vecihi Çıracıoğlu tarihseli öne alarak romanesk bir dünya kurup yeniden yaratımı öncelerler. Tarihsel toplumsal zamana bakışla birlikte belli bir söylemden de yola çıkarlar. Kurgusal gerçekliğin diliyle konuşurlar, hamaset yerine kendi söylemsel dillerini kurmayı amaçlarlar. Tarihsel tanıklıktansa esin olan “tarih”in içinden geçirerek bakışlarını yeniden yoruma, dünden bugüne göndermelere öncelik verirler.

80 sonrası

1980 sonrası yazılan tarihsel romanlarda dönem bakışı/yargısıyla birlikte, tarihsel bir olgu ekseninde sorgulayıcı bir bakış, resmi tarih tezini çürüten bir söylem öne çıktı diyebiliriz.

Örneğin; Reha Çamuroğlu, Ahmet Altan, Şemsettin Ünlü, Yılmaz Karakoyunlu, Ahmet Yurdakul, Gürsel Korat, Ahmet Ümit, Buket Uzuner, romanlarında yer yer bu bakışı öne çıkardılar. Anadolu coğrafyasında yaşananların birebir tanıklığı yerine, tarihselden esinlenerek, dönemsel gerçekliklere bakışlarını tarihsel toplumsal bir eksende kurmayı öncelediler. Çünkü yaptıklarının bir tarih yazımı olmadığını bilmektedirler. Ama hem, tarihe hem tarihçilere hem de zaman zaman tanıklara başvurduklarını söylemek gerek.

Bir Başlama Noktası!

Yakup Kadri, 1938’de yayımlanan, Millî Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?” (1) adlı soruşturma kitabında,

“Millî edebiyat mı vardır, yoksa milliyetperver edebiyat mı?” sorusuna şu yanıtı verir:

“Ayrı ayrı her ikisi de mevcuttur. Ve millî demek mutlaka milliyetperver demek değildir. Meselâ Muallim Naci millîdir. Fakat milliyetperver değildir. Nitekim son devrin birçok muharrirleri ki, ben de onlar arasındayım, milliyetperverdirler fakat millî değildirler.”

“Peki üstat sizin ‘Ankara’ millî bir eser değil midir?”

“Hayır, sadece milliyetperver bir eserdir.”

“Tarihi roman”, yazarını millî/milliyetçi söyleme yöneltir; ama tarihseli yazan romancı, yurtseverliği, evrensel söylemi önde tutar her zaman... Bu anlamda eğer romancılığımızda “Kurtuluş Savaşı” başlığı altında “Mütareke”, “İşgal”, “Millî Mücadele” gibi alt başlıklar açacak olursak, birikimin bu iki yanına da bakmak gerektiğini düşünürüm.

Halide Edip ve Yakup Kadri

“Erken Cumhuriyet” dönemi yazarlarından Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ön-tanıklık döneminin iki romancısı olarak hemen karşımıza çıkmaktadır. İkisinde de yurtseverlik çizgisi ön plandadır. Romanlarına konu edindikleri savaş, hem işgal/mütareke hem millî mücadele/kurtuluş-kuruluş dönemlerini içermektedir.

Türkün Ateşle İmtihanı ile Sodom Gomore; Ateşten Gömlek ile Yaban bir bakıma bu tanıklığın yansılarını içermektedir. Adıvar, savaşın öncesi ve sırasındaki tanıklığıyla kurmacaya yönelir, Karaosmanoğlu ise işgal dönemi İstanbul’u ile savaş sonrası Anadolu’nun halini kendi tanıklığında buluşturur.

Yakup Kadri, romanlarında önemli ölçüde Osmanlı’nın çöküşüyle Cumhuriyet’in kuruluşunu konu edinir. Bu süreçteki İstanbul’un işgali, millî mücadele, kuruluş sürecindeki toplumsal hayat, onun romancılığının ana dokusunu oluşturur.

Yeni kuşak

Çöküşün, işgalin, millî mücadelenin, savaşın ve kurtuluştan kuruluşa geçen sürecin gerçekliği, yeni kuşak romancıların da ilgisini çekmekte... Bununla birlikte artık tarihi roman kalıplarından çıkıp, hatta tarihseli de öyle geniş eksende tutmayıp oradan bir olayı/olguyu/izleği ele alarak romanını kurmayı seçiyor romancı...

Sanırım bunda tarih bilincinin ötesinde, siyasal bilinç, toplumsal tarih algısı, protest bakış egemen... Öyle ki; tarihin geçmişteki yüzünde yer alan nice olay/ olgu romana dolaylı yansırken; bu kez bizzat dönem/olay ana eksene yerleştirilerek roman kurulmaya başlandı, hatta sorgulandı.

Samim Kocagöz Kalpaklılar, Doludizgin’de; Talip Apaydın Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler romanlarında Kurtuluş Savaşı’nın başlayan süren mücadeledeki seyrini, öncesi ve sonrasını anlatırken; Tarık Buğra Küçük Ağa’da Kuvayi Milliye’nin oluşumunu; İlhan Tarus ise üçlemesinde (Var Olmak, Vatan Tutkusu, Hükümet Meydanı) savaşın batı cephesindeki Anzavur Ayaklanması’nı ve Kuvayi Milliye’nin örgütlenişini konu edinir.

Çok daha sonraki yıllarda yazılacak olan Haçin romanında ise Zebercet Coşkun, Adana’nın Saimbeyli (Kozan) ilçesindeki olayları konu edinir. Türklerle Ermenilerin bir arada yaşadığı bir dönemdeki Anadolu’nun paylaşımıyla birlikte yaşanan kalkışmaların bu yöredeki tanıklığını içerir bu roman...

Romancı mı tarihçi mi?

Bizde tarihsel romanlar, bir dönem bakışı/yargısı oluşturmaktadır ne yazık ki... Örneğin; Yılmaz Karakoyunlu Salkım Hanım’ın Taneleri’yle Varlık Vergisi’ni, Güz Sancısı ile de 6-7 Eylül olaylarını konu edindi. Bu tarihsel olaylar romanların gündeme taşınmasıyla yeniden göz önüne alındı, öyle ki; hiç yokmuş gibi yeniden konuşuldu.

Ahmet Altan İsyan Günlerinde Aşk’ta “31 Mart Olayı” ekseninde bir öyküyü anlatırken; kalkıp Cemal Kutay’la o dönemi bir tarihçi gibi tartışmaya başladı.

Kuşkusuz burada romancının bir açmazı var: Tarih değil, roman yazıyor. Yeni bir yorum getiriyor, üstelik kendi kurduğu öyküsünün içinde yapıyor bunu da... O halde romanesk çizgide durup romanını “tarih”çilere değil, roman okurlarına bırakmalıdır. Eninde sonunda tarihçi, onun da başvurduğu kaynaklardan biridir.

Romandaki gerçeklik duygusunu var eden, ele aldığı olay/olgu/durum değildir tek başına; asıl yarattığı atmosfer, bakış açısı, düşünce düzlemidir bunu pekiştirecek olan... Yani tarihseli önüne alan romancı neyi/neden/niçin anlattığını bilmek zorundadır.

Yaban ve Ateşten Gömlek

Bu anlamda Yakup Kadri’nin Yaban’ı bir o kadar gerçekçidir; kurmacanın gerçekliğiyle de (tarihselden) tarihsel hakikatten romansal hakikate evrilmektedir. Burada yaratılan atmosfer ve romancının bakış açısı önem kazanır.

Benzer durumu Ateşten Gömlek için de söyleyebiliriz. Romanın bir farkı, Halide Edip Adıvar’ın, gerçekten de “ateşten günler”de (1922) yazmış olmasıdır.

Karaosmanoğlu da, Adıvar da; romanesk kaygılardansa tanıklığı ve tarihsel söylemlerini ön planda tutmuş; savaşın yüzlerini göstermişlerdir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ından

‘Düşman, köye girmek üzere’

“Bu meydancıktan, küçük çobanın söylediği yol görünüyor. Bir de ne bakayım! Düşman askerleri, tozu dumana katarak yürüyorlar. Ters yüzü koşarak eve dönüyorum.

Bir taraftan giyinmeye çalışıyorum, bir taraftan köylüleri düşünüyorum. Hepsi evlerine mi saklandılar? Yoksa kaçıp gittiler mi? Düşmanın gelişi beni hemen hiç meşgul etmiyor. Zihnim durmadan, bu iki suale cevap vermeye çalışıyor. Mutlaka benden gizli söz birliği edip kaçmış olacaklar. Beni düşmanın önünde tek bırakarak... Bu kadar hıyanete, bu kadar namertliğe ihtimal veremiyorum.

Nereye gidebilirler? Daha dün hepsi burada idi. Küçük Hasan’dan önce düşmanın geleceğinden haberleri olacak değildi ya. Yok, yok. Hiçbir yere kaçmış olamazlar. Hepsi evlerinde kapanmış, sinsi oturuyorlardır.

Düşmanın hemen köye girmek üzere olduğunu hissediyorum. Havada, bir ağır topçu taburunun araba ve demir şakırtıları dalgalanıyor. İnsiyakî bir hareketle gidip kapımı kilitliyorum. Pencerelerimi kapıyorum. Niçin/ şu anda, bunu kendi kendime izahtan acizim.

Hani, düşman önüne asker elbiselerimi giyerek ve kılıcımı takarak çıkacaktım? Adam sen de... Mademki tek başınayım. Bütün tehlikeler, nasıl olsa karşılarında, yalnız beni bulamayacak mı? Zulüm ve itisafı üzerime zorla kışkırtmaya ne lüzum var?

Fakat bu korunma tedbirleri! İşte ben de anlayamadım. Kapının kilidini açıyorum. Pencerelerimi açıyorum. Nal, araba ve demir şakırtıları yaklaşıyor ve tozla karışık bir pas ve deri kokusu burnuma kadar geldi.

O ne? Köyün havası bir acayip gürültüyle doldu. Demir, nal ve araba şakırtılarına birtakım insan sesleri de karışmaya başladı. Tıpkı, kâbuslarımda işittiğim sesler:

- Vire, Istaso, Vire, Palikari... vesaire gibi sesler.

Bu koyu Türk köyünde, Anadolu’nun bu hiç açılmamış kuytu, ıssız köşesinde, birdenbire bu Pire limanı şamataları!..” (s.155- 156, İletişim Yayınları, 2005).

Halide Edip Adıvar’ın Ateşten Gömlek’inden

‘Benliğimi İnönü’de bulur gibi oldum’

“Bu aralık dağın tepesine doğru yaklaşıyorduk. Uzaklarda patlayan bir şarapnel, berrak, esmer havanın üstündeki mavi gökte aşağıya sarkan yıldız kandilleri gibi düşüyordu. Anadolu’nun bülent, sarı dağları ay ışığından titrek bir rüya rengine bürünmüşlerdi. Dağın önündeki düz ovada beyaz bir dumanın mavimtırak havasında yarınki tertibat için ileriye yaklaşan hâki kütleler hareket ediyordu. Önümüzdeki tarassut dürbününün derin siperinde iki hâki gölge ayakta duruyordu.

İhsan lâkırdısını kesti, ilerledi. Sipere atladı. O dürbünle karşıki sıra dağlarda düşman harekâtını tarassut ederken ben oturdum. İçimde senelerden beri tırmandığım müthiş ve güzel bir dağın zirvesine gelmiş gibi bir his vardı. İçimdeki ıstırap mı, sevinç mi, bilmiyorum. Her ne ise o bir şahika idi. Oradan artık bir daha yukarı çıkamazdım. Siperdeki şu ince, zarif gölge gelinceye kadar bekleyecek, onunla beraber şahikanın son dakikalarını yaşayacaktım. Ne kadar kaldı bilmiyorum. Telefonunu aldı, bu muhtelif, ıssız, uzak dağların bize ait zirvelerindeki arkadaşlarla konuştu. Askerlerle selamlaştı, döndü ve bıraktığı yerden başladı. Onun için hayat Ayşe’ye taalûk eden ıstırap ve aşkın hikâyesiydi. Bütün zahirî vazifeleri rüyaî ve şuursuz hareketlerdi. Fakat bu manzara ve bu gece bir an onda eski benliğinden bir şerare tutuşturmuştu. Ayşe’den müstakil olan yegâne hissim kalbimde ancak, Anadolu gayri muntazam harekâtı kırıp muntazam ordu yaptığı zaman zaman uyandı. Bu, İzmir’den, Ayşe’den başka bir şeydi. Benliğimi İnönü’nde biraz bulur gibi oldum.” (s. 171-172, Can Yayınları, 2008)


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler