Yazarlık, yaşamın yükü, özgürlük üstüne

Uzun yürüyüşler, tadına varılan kahve sohbetleri, derken masa başına rahatlamış, dinç kafayla geçmek neden kötü olsun ki? Lakin bu koşullara sahip kaç yazardan söz edebiliriz.

Yayınlanma: 20.11.2019 - 09:46
Abone Ol google-news

1- Kılını kımıldatacak hali olmaz insanın kimi zaman. “Yaşamın yükü” herkese farklı düşer, taşımak için kendince yöntemler geliştirir kişi. Yazarların yaşamları üstüne okumak her zaman ilgi çekici gelmiştir bana. Kendime pay biçme için mi tutarım bu yolu, kestiremedim. Şöyle diyeyim, “hah tamam o da benim gibi sıkıntı çekmiş, açmazlar karşısında benzer tutum takınmış” demek rahatlatıcı gelir insana. İlginç olan, sevdiğimiz yazarlar da benzer yola başvurur, güncelerinde, anılarında görürüz. 

2 -Murakami: “Roman yazarı, sanatçı olmaktan önce, özgür biri olmalıdır” diyor “Mesleğim Yazarlık” kitabında, ekliyor: “İstediği şeyi istediği zaman yapmak, istediği biçimde yapmak; işte bunlar benim özgür insan tanımımdır.” Kuramsal olarak doğru, hatta imrenilecek tarif bu. Peki, ya ne denli mümkündür bu? Kişi, eğer dilediğince yaşadığında verimli olabiliyorsa, “özgür kişi” olmak, zamanı kendince yönlendirmek anlamına geliyorsa, bunun dışında kalan kimsenin kalem oynatması romancılık için engelse...  “Eyvah” dedim içimden. Tartışılmaya muhtaç bir konu bu. 

3 - Yanılmıyorsam Dostoyevski’nin eşi Anna yazmıştı anılarında, romancı serzenişte bulunurmuş: “Ah bir zamanım olsa da, gönlümce bir roman yazabilsem” diye. Sürekli borç içinde kıvranan, hastalıklardan başını kaldıramayan birinden söz ediyoruz. Belli ki gönlünce zaman bulup, yeterince düşünerek, demlenerek roman yazma koşulu oluşmamış Fyedor Dostoyevski’nin. Hatta “Kumarbaz” romanını ucu ucuna yayıncıya yetiştirmese, tüm yazdıklarını da yitirecektir yazar. Öylesine ağır sözleşmeler altında ezilmektedir. Yani özgür değildir. Özgürlük ile yaratıcılık arasında doğrudan bağ, zorunlu ilişki olduğunu kim öne sürebilir? Hatta tersini söyleyebiliriz bu örnekte; zaman kısıtı olumlu etki yapıp yaratıcılığı körüklemiş olabilir. 

4 - Murakami zamanla, sanırım iktisadi varlığı da güçlendikçe, yurtdışında kimi yapıtlarını yazmaya koyuluyor. Bunun kötü bir durum olduğu söylenemez. Farklı şehirlerin yazarın kalemi üstünde olumlu etkisi bulunabilir. Hatta günlük açmazdan sıyrılmak, önünde uzunca gezinti yapacağı, sorumsuz saatler bulunması romancının keyfini yerine getirecektir. Uzun yürüyüşler, tadına varılan kahve sohbetleri, derken masa başına rahatlamış, dinç kafayla geçmek neden kötü olsun ki? Lakin bu koşullara sahip kaç yazardan söz edebiliriz?

Murakami, “Sipariş alarak roman yazanlardan değilim” diyor. Bunun ruhuna baskı yaptığından söz açıyor. Kimi yazarların belli sözleşmelerle zorlanmasının yadsınamaz itici güç olduğunu göz ardı etmiyor gerçi: “Ben öyle değilim” diyor. Bir yandan yazarlığı “meslek” olarak gören biri, nasıl olur da zorunluluk karşısında bunca kibirli davranabilir. Pek çok usta yazarın önden aldığı telifleri bitirip, yeni sipariş için yol gözlediğini biliyoruz. Demem o ki, eğer iktisadi koşulları romancılıktan sağlayamıyorsa kişi, bunu başka kaynaktan halletmelidir. O zaman da başka zorunluluklar çalar kapıyı. Yazarlık meslekse, yaşamı bununla kazanmak ödülüdür. Ancak ciddi bir sorun daha vardır her zaman; ya sanat boyutu ne olacak işin?

5 - Çok satmak ile okunur olmak arasında bağ yoktur. Evde istif edilen kitaplar arasına sıkışan çok satan olunabileceği gibi, kitapsız bir evde süs vazifesi görmek de mümkündür. Hep söyledim: “Satar olmak ayıp değildir, satmak için ödün vermek öyledir” diye. Dahası yazar ajanlığı diye bir meslek var artık. Gelişmiş sektörün parçasıyız her birimiz. Gelişim nitelik olarak yapıtlara yansıyor mu? Elbette hayır! Murakami türü yazarlar, her ne kadar dile getirmeseler de, liberal iktisadın ürünüdürler. “Şöhret yönetimi” diye dilimize aktarılabilecek süreçlerle boğuşurlar. Kim aksini söyleyebilir? Garip çelişki değil mi? Özgürlük isteyen yazar, satış baskısı altında, bir de “Murakami” algısını yönetmek zorunda kalıyor... 

6 - Son sayfalarına geldiğim Hıfzı Topuz’un “Anı ve Mektuplarla MELİH CEVDET ANDAY” kitabını eşzamanlı okudum Murakami ile. Rastlantıydı elbette. Bazen bir kitap, yanındakini iter, öne çıkar. Melih Cevdet sevgimi herkes bilir, yaşamı üstüne ne söylenirse ilgiyle dinler, izler, okurum. Şiirin sıkıştığı coğrafyada soluk olmak için verdiği çabayı görüyorum. Hıfzı Bey gün gelip küslüklerine ne denli üzüldüğünü söylüyor kitapta, lakin iyi anıları öne çıkaran, belgeleyen bir çalışma ortaya koymayı seçmiş. Üstüne düşüneceğim çok satır var, elbet meraklısı için bu. Bence doğru karar vermiş. Laf lafı açtı. Melih Cevdet’in mektuplarında nasıl iktisadi sıkıntı çektiğini gördüm ayrıntısıyla. Daha önce “Şevket Rado’ya Mektuplar”da da görmüştün bu açmazı. Bilge adam, sürekli baskı altında yazıyor, güç! Konu özgürlük ya...

7 - 4 Mart 1961’de Melih Cevdet mahcubiyetle yazıyor Hıfzı Topuz’a: “Cevapta ve bilhassa teşekkürde geciktiğim için çok ama çok özür dilerim. Söylersem, beni bağışlarsın. Son zamanlarda çok iş çıktı, çok yazı yazıyorum. Tanin’e haftada beş gün fıkra, Cumhuriyet’e haftada bir (cumartesileri) uzun makale, Tef’e haftada bir mizah yazısı, şimdi hükümetim eline geçen Semih Tuğrul’un başına geçtiği Havadis’e takma adla bir aşk (ya da bir seks) romanı (...)  Yetmez mi? Serseme döndüm vallahi. Böyle devam ederse dayanılmaz. Ama ne var ki çok borç içindeyim, durumumu biraz düzeltmeye bakıyorum. Şimdi bağışladın mı?”

Bir yandan şiirimizde sürekli devrim arayan adam olacaksın, öte yandan tencereyi kaynatacaksın. Dedim ya, kendine pay biçer insan, yaşamın yükü asla eşit dağılmaz!


 





Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler