Taner Timur: ‘Cumhuriyetimizi devrimciler kurdu’

Tarihçi Timur: Tarihi gelişme içinde sol, tarihi ilerleten güçler demektir. Kemalizm soldur!

Yayınlanma: 09.01.2019 - 22:42
Abone Ol google-news

 

Ekranlarda sıkça tarih tartışmasına tanık oluyoruz, kitapçılarda hep en önde bu tür kitaplar. İnsan umutlanmak istiyor ama öyle değil yazık ki! Tarihin çarpıtılıp, iktidarın isteğine göre yeniden yazıldığı süreçte ölçü koymak zorunluydu. Taner Timur her yönüyle bilge, tam da bugünlerde gereksinim duyduğumuz türden bir düşünür.

Birlikte üç saat geçirdik, farklı disiplinlerden, düşünürlerden söz açtı hoca. Güncel tartışmaların köküne doğru inerken, geleceğe, yeni sorunlara da erken yanıtlar vermeye çabaladı. Tam bir düşünür sorumluluğuyla, sözün gücünü, ağırlığını bilerek konuştu Taner Timur. Biliyorum tadı damağınızda kalacak hocayla söyleşimizin.

 

<haber-dikey: 1193169,1194448,1196224>

 

-Liberallerin savladığı gibi Cumhuriyet yanlış mı kuruldu?

Cumhuriyet yanlış kurulmadı tabii; çağının da ilerisinde devrimciler tarafından kuruldu. Meşrutiyet yıllarında bile ülkede cumhuriyetçi bir akım oluşmamıştı. Bu Osmanlı aydınlarının bir ayıbıdır. Cumhuriyetin ilanından sonra Hüseyin Cahit Yalçın’ın bir sözünü hatırlıyorum, mealen şöyle: “Bu ülkede gerçekleştirilmiş olan şeyler, daha on yıl öncesine kadar kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi.”

Kurtuluş Savaşı’nın bittiği günlerde, Mustafa Kemal Paşa’nın karşılaştığı manzara, kendi ifadesiyle, şöyleydi: “Memleket baştan sonuna kadar virâneliktir. Her yerde baykuşlar ötüyor. Milletin yolu yok, serveti yok, hiçbir şeyi yok. Bütün millet acınacak bir yoksulluk içindedir.” İşte Kurtuluş savaşçılarının Osmanlı’dan devraldıkları miras buydu. Üstelik Cumhuriyetin kuruluşundan kısa süre sonra, 1929’da bir dünya buhranı çıkmış; ülke daha da büyük zorluklarla karşılaşmıştı. Bütün bunlar Cumhuriyetin ne zor koşullar içerisinde kurulduğunu gösteriyor.

Sürecin rüzgârı

-İslamcı iktidara Cumhuriyet nasıl teslim oldu?

Yani bugünlere nasıl geldik? Uzun bir süreç sonunda! Bunun aşamalarını bazı kitaplarımda açıklamaya çalışmıştım. Her şeye rağmen, bugün, 1920’lerden çok daha farklı bir Türkiye tablosu ile karşı karşıyayız. Peki, bu son döneme nasıl girdik? AKP dönemine yakın tarihte yaşanan en büyük kriz ortamında girdik. 2001 kriziyle geleneksel parti sistemimiz çöktü; yeni kurulmuş, sistem dışı bir parti tek başına iktidar oldu. Krizin yükü IMF reçetesiyle halkın sırtına yüklenmiş, istikrar sağlanmıştı. Bu bakımdan yeni iktidarın işi nispeten kolaydı. Üstelik ileri kapitalist ülkelerde faizler düşüktü, kalkınmakta olan ülkelere sermaye akıyordu. 2008 krizi, akımı tersine çevirmedi; aksine -bir yıl dışında- hızlandırdı. Bundan en çok yararlanan ve en çok borçlanan ülkelerden biri de Türkiye oldu. Defalarca değiştirdiği İhale ve Yap-İşlet-Devret kanunlarıyla, partizan teşvik ve kredilerle, özelleştirmelerle sınıfsal temelini güçlendirdi. Geniş bir esnaf tabanı üzerinde serpilen KOBİ’lere, kendi yarattığı yeni bir “inşaatçı” orduya ve “havuz medyası”na dayanarak asıl programını uygulamaya koyuldu. AKP zamanında yükselen yeni burjuvazi ile İran’da Ahmedinejad döneminde palazlanan “Pasdaran-ı Inkılab” arasında benzerlikler vardır.

AKP parantezi kapanacak

Aslında ilk aşamada AKP’nin en büyük yardımcısı parlamento dışında kalan ANAP kadroları olmuştu. İlk AKP Hükümetine bakınız, bakanların neredeyse yarısı eski ANAP’lı. Doğrusu, iktidar bu safhada çok ihtiyatlıydı. “Gömlek değiştirdik” diyor; Yaşar Kemal’e, Çetin Altan’a ödüller veriyor, liberal basını arkasına alıyordu. Gülenciler dahil, tüm İslamcı cephe zaten arkasındaydı. Laik cephe ile hesaplaşma ve direniş de bu koşullarda başladı. Artık AKP ve yandaşları gözünde, Kemalizm, “vesayet ve faşizm”; laiklik de “laikçilik ve dinsizlik” anlamına geliyordu. Türban kavgası, “eğitim reformu” ve anayasa değişikliği bu koşullarda “başarı”ya ulaştı.

Bu gidişe direniş de aynı günlerde başladı. Cumhuriyet mitingleri, hukuk savaşı, Gezi hareketi direnişin en önemli halkaları oldular. Bir demokraside hükümetin istifasına yol açacak olaylar, Türkiye’de orantısız bir şiddetle bastırıldı; Gezi dosyası sekiz ölü ile kapandı. Ne var ki AKP’nin bu politikası giderek kendisini de böldü. Önce liberaller ayrıldılar; bu arada “Kürt açılımı”nı yürüten “akil adamlar”ın yerini MHP’li ülkücüler aldı ve Gülenciler de en büyük düşman haline geldiler. Sonunda AKP kurucuları bile partilerinden koptular. Varılan noktada ortaya ilginç bir “Başkan ve adamları” tablosu çıktı ve 2023’te “yüz yıllık” kapatma hedefi ilan edilmeye başladı. Benim tahminim ise daha çok AKP parantezinin kapanacağı yönünde.

‘İlericiler Kemalistlerdi’

-Kemalizm diye bir ideoloji var mı?

“Kemalizm” sözcüğü ilk kez Kurtuluş Savaşı sırasında Batılı gazeteciler tarafından kullanılmış, Atatürk de buna “hareketi donduracağı” kaygısıyla, ihtiyatla yaklaşmıştı. Yine de sözcük bir siyasal hareketi simgeleyen kavram olarak yerleşti. Kurtuluş Savaşımız ulusal hedefli bir hareketti. Devrimci burjuvazinin olmadığı ve onun misyonunu orta sınıf kökenli aydınların yüklendiği koşullarda yapılmıştı.

Eski düzeni yıkıyor, yeni ve çağdaş bir düzen kurmaya çalışıyordu. Bu anlamda devrimci, birleştirici ve solcu bir hareketti. Bugün çok kimse sol deyince sadece sosyalizmi anlıyor; oysa tarihi gelişme içinde sol demek, tarihi ilerleten güçler demektir. Zaten kavram da Fransız Devrimi sırasında, devrimci burjuvaziyi nitelemek için ortaya çıkmıştı. Türkiye’de ise 1920’lerde tarihi ilerletmeye çalışan güçler Kemalistlerdi. Halife-Sultan’ın başını çektiği gerici cephe de, onları yok etmeye çalışıyor; haklarında idam fetvaları çıkarıyordu.

-İttihat ve Terakki melek mi şeytan mı?

İttihat ve Terakki’yi daha geniş bir taban içerisinde, “Jön Türk” hareketi içinde değerlendirmeliyiz. Bu harekette Abdülhamit despotizmine karşı çıkmış her türlü eğilim mevcuttu: Liberaller, devletçiler, milliyetçiler, hatta İslamcılar. Müstebit Sultan’a baş kaldıranlar arasında Mehmet Akif, Mizancı Murat, Musa Kazım Efendi vb. gibi İslamcı şair ve âlimler de vardı.
Aslında Meşrutiyet’in ilk yılları yakın tarihimizin en canlı fikir tartışmalarına tanık oldu; ama ne var ki ülke demokratik gelenekten ve özgür tartışma ortamından yoksundu.

‘İttihatçıların cürümü’

 Bu çekişmeler tarihimize “İttihatçı-İtilafçı kavgaları” adı altında geçmiştir. Sonunda da bu ilk “çok partili hayat” denememiz gazetecilerin sokaklarda kurşunlanması, “sopalı seçimler”, “Babıali baskını” ve ülkenin gizli anlaşmalarla savaşa sokulması ile bitti. İttihatçı hareket idealist ve devrimci kişiler öncülüğünde başlamıştı; fakat “Üçlü Komite”nin (Enver, Cemal ve Talat paşalar) tahakkümü altında, felaketle sona erdi. Tarihte siyasal hareketler nasıl başladıklarına göre değil, nasıl bittiklerine göre değerlendirilir. Atatürk de İttihatçıları buna göre değerlendirmiş ve “O İttihatçılar ki milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürümüyle bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptirler” demişti.

- “İstanbul hiç işgal edilmedi” mi? “Mustafa Kemal İngiliz işbirlikçisi” miydi?

“İstanbul hiç işgal edilmedi” diyenler varsa, bunların önce Mondros Mütarekesi’ni dikkatle incelemeleri gerekiyor. O günleri anlatırken Mustafa Kemal Paşa, “Herkes ancak pek zorunlu ihtiyaçları için evlerinden çıkabiliyor, sokaklarda akla hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden eğilerek ve korkarak yürüyebiliyordu” diyordu. Mustafa Kemal’in “İngiliz işbirlikçiliği”ne gelince, ortada “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” üyesi Vahdettin ve kulları dururken bunu söylemek sadece gülünçtür.

Üniversitelerin özgürlük sorunu

Ne yazık ki üniversiteler çok partili dönemde sık sık bilim özgürlüğüne çok ters baskılara ve haksızlıklara uğradılar. 1948 Dil Tarih baskını; 27 Mayıs ve 147’ler olayı; 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin yaptığı tasfiyeler ve YÖK’ün  bir kontrol unsuru olarak kurulması.. Saymakla bitmez. AKP iktidarı ise, “üniversite” kavramıyla alay eder gibi, tüm üniversiteleri YÖK’e, YÖK’ü de AKP başkanına bağladı. Bakınız Cumhurbaşkanı Erdoğan 10 Mayıs 2016’da İmam Hatiplilere hitap ederken neler söylemişti: “Açık konuşuyorum; Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır (...) İmam Hatipler, İlahiyat fakülteleri elbette çok önemli hizmetleri ifa ediyorlar, ama eğitim gücü ve derinliği bakımından bu kurumların medrese geleneğinin binlerce yıllık birikimine henüz yetişemediği de ortadadır”. Şimdi siz istediğiniz kadar “üniversite” açın, bu anlayışla bir yere varamazsınız.

Aslında Osmanlı medreseleri hakkında yazılmış bütün kitaplar, onların daha 16. yüzyılda yozlaştıklarını yazarlar. Bütün bunlardan sonra tekrar medrese övgüsüne dönmek inanılır gibi görünmüyor, ama maalesef gerçek.. Zaten bir bildiri imzaladılar diye yüzlerce öğretim üyesi de bu anlayışla üniversiteden atıldılar ve haklarında dava açıldı.

Devir hep aynı

Oysa “aydın” sözcüğü lügatlere tam 121 yıl önce yine bir bildiri sayesinde girmişti. Ordudan ihraç edilen Yüzbaşı Dreyfus’un uğradığı haksızlığa isyan eden Emile Zola, Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı “Suçluyorum!” başlıklı mektupta “Görevim konuşmak; suç ortağı olmak istemiyorum” diyor ve iktidara meydan okuyarak “savcılarını gönder” diyordu. İktidar savcılarını yollamadı; buna karşılık yüzlerce bilim ve sanat adamı bir bildiri ile Zola’yı desteklediler ve “entelektüel” kavramı da sözlüklere böyle geçti. Bu olaydan 121 yıl sonra Türkiye’de bilim adamlarının uğradığı muamele karşısında gerçekten insanın içi sızlıyor. 

 

 

Tartışmalı Sultan Abdülhamit

Abdülhamit, koyu istibdadıyla sonunda herkesi kendisine karşı birleştirmiş bir sultandır. O kadar ki Saray’ındaki mabeyn kâtipleri (Tahsin Paşa ve İsmail M. Mayakon) bile hakkında ağır suçlamalarla dolu kitaplar yazdılar. Osmanlı tarihinde ilk kez onun zamanında bir “Damat”, çocuklarını –yani “şehzade”leri- de alıp yurtdışına kaçtı. Yine onun zamanında basın tamamen susturuldu; “jurnalcilik” herkesin ikinci mesleği haline geldi; tarih dersleri programlardan çıkarıldı. O dönemde eğitimde büyük ilerlemeler kaydedildiği ise dönemle ilgili istatistiki bilgiler ışığında, büyük bir yalandır. Asıl ilerlemeyi daha önce kurulmuş Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye gibi yüksekokullar sağladılar.

Yine de herkesi susturmak için güçlü kaynaklar lazımdı; bunu da, Sultan, “Hazineyi Hassa”sı ile sağlıyordu. Vezir payesi verdiği Agop Paşa da bu bütçeyi kısa sürede balon gibi şişirdi. Abdülhamit’in devlet anlayışı “ulus-devlet” değil, “mülk-devlet” idi ve Sultan orduyu “Alman Islahat Heyeti”ne emanet etmişti. Sonunda kendisini iktidardan kovacak subayları da bu “Prusyalı çekirdek” yetiştirdi. Dış politika esas olarak Rusya-İngiltere dengesine dayanıyordu. Zamanında sadrazamlık mevkiini en çok İngilizci Sait ve Kamil paşalar işgal etmiştir. 33 sene iktidarda kalması, kendi maharetinden çok, 1878 Berlin Antlaşması’nı izleyen uluslararası konjonktür sayesinde oldu. 1908’de, Reval’de Rusya ile İngiltere’nin anlaştığına dair haberler yayılıp, birtakım subaylar dağa çıkınca o da dehşet içinde kaldı ve iktidarı terk etti.   


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon