Hikmet Çetinkaya

Suskunluk..

08 Temmuz 2018 Pazar

Gözlerinde bir hüzün vardı besbelli...
Bir terk edilişin, yalnızlığın asılı kalan fotoğrafı. Suskunluğu, bir özlemin buğulu camlara yansıyan kaçışı...
Kendi içindeki o fırtına, yağmurlu sabahlarda belki de daha da yoğunlaşıyor...
O kadın soluk almadan aynaya bakıyor...
Kadınsı duyguların karmaşasında bir türlü içine sindiremediği terk edilişi, buzullarla örtülü vadinin tenhalığında çocukluğuna ilişkin maceralarla büyütüyor...
Gece pencerelerinden sızan ışıkta, alaca bir şafağı düşlüyordu kadın...
Jacques Prevert’ın aydınlığa açılan kapısında şu soruyu yöneltiyordu:
“Tanrı’nın güneşi neden hep zengin mahallelerini aydınlatır?..”
Galiba yüreği Venedik’e takılıp kalmıştı, ıslak bir İstanbul sabahında kendi kendine hesaplaşırken... Acaba Brest’e yağmur yağıyor muydu? San Marko Meydanı’ndaki o uzun boylu erkek bir başka kadınla mı öpüşüyordu?
Artık gözleri çok uzaklardaydı...
Bulutların uçuşmasını bekledi bir süre. İçindeki derin sızı onu bir bilinmeyene sürükledi.
Kaçışların acısıyla kımıldanmadan duruyordu... Dedi ki:
“Aşk duygusu sıkıştırdığında yüreğinizi, ne yapacağınızı şaşırır mısınız?”
Paul Eluard’ın dizelerinden çıkıp gelen bir erkek, ona masallar anlatmaya başladı...
Birisi ona “Seni öptüğüm zaman gözlerinden” dedi usulca. Sevda kelimeleri o anda renk renk çiçeklere dönüştü...
Sahi sevda kelimeleri hep çırılçıplak mı dolaşırdı?
Sesini bile unuttuğu sevgili, eskitilmiş, delip geçen dipsiz avuntuların içindeydi artık...
Tüm tutkular yağmurlu bir günün sabahında güneşi arıyordu. Keskin aydınlıklar kurşuni bir havada yok oluyordu...
Terk edilen kadın ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu...

***

Onun kirpikleri uzun, bakışları ise yorgundu... Deniz lacivert bir aydınlıkta parlıyordu...
Balzac’ın bir sözü aklına geldi:
“İki aşk vardır: Hükmeden aşk, köleleştirici aşk...”
Artık yüreği kar beyazı bir sayfa değildi...
Aşk tanrısı, öldürücü oklar fırlatan bir nişancı mıydı?
Bir Akdeniz akşamını düşündü... Nedensiz kavgaları anımsadı...
Sabahın en körpe çiçekleri artık gülümsemiyor, sevda şarkılarını söylemiyordu ona...
Kurşuni bir küheylan kızışıyordu binicinin öfkesinde; palmiyeler hüzün yüklü gemileri uğurluyordu... Özgürlük âşığı genç kızların, delikanlıların avuçlarında saklanan unutulmuş sevdalar kör bir gülüşle şimdi onu selamlıyordu...
Gözyaşlarında bilinmedik sevdaların umursamaz yakarışları çoğalıyordu...
Juana de Ibarbourou’nun “yağmurlu bir gecede” rüzgâra verilmiş saçlarında yıldızları arıyor ama bulamıyordu...
Bir ses şöyle diyordu:
“Yağmur yağıyor, dur, uyuma
Dinle rüzgârın dediklerini,
Bak ne söylüyor sular,
Pencerede ufacık parmaklarıyla.”
Yüreği kulak kesilmiş kadın yerinden kalktı... Dedi ki:
“Yaşamın fırtınalarının dalgalarını gene de ben mühürlerim...”
Dumanlar içinde mavi olmayı unutan gökyüzü, korkunç dövüşlerin farkında bile değildi...
O bir kadındı...

***

Yalnızlığın asılı kalmış fotoğraflarını çoğaltarak kendi kendiyle hesaplaşıyordu...
Vladimir Mayakovski’nin kasatura uçları gibi sivri günlerden kalmış yaşantılarını, Luis Aragon’un insanı kahreden ateşinde aradı yağmura aldırış etmeden...
Bir aşk melodisi yayıldı, bilinmeyen zamanlar içinde...
Sessizlik bir anda bozuldu ve erkeğin sesi duyuldu:
“Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildiğimde / Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm / Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm / öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde.”
O biliyordu ki göklerin en mavisi buğdayların üzerindeydi...
İçi daralıyor, başı dönüyordu kadının...
Kırlangıçlar kırmızı çatıların üzerinden havalanıyordu...
Kadının gözleri, biten bir sevdanın alışılmış hüznünü çiziyordu...
Kadın kuşlara, balıklara, çiçeklere sesleniyordu:
“Bırakıp gittin beni kalarak olduğun yerde hareketsiz; her yerde bırakıp gittin beni gözlerinle; düşlerin yüreğiyle bırakıp gittin beni; yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin...” 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları